16 Şubat 2019 Cumartesi

Öznelliğin Jeodinamik Modeline Doğru: Bir Öznellik Pedagojisi İçin Notlar

Hem sosyal bilimde hem de çağdaş materyalist ve/veya siyaset felsefesinde "öznellik" mefhumu ("kimlik", "özneleşme", "özne" gibi yan mefhumlarla birlikte) çoğun farklı anlamlara gelen, hatta çelişkili de olabilen kullanımlara sahip. Burada benim amacım ise, öznelliğin oluşumunu insani ve insani-olmayanların eş-eyleyicileri (co-actant) olduğu bir jeodinamik süreç olarak yeniden kavramsallaştırarak bir tür öznellik pedagojisi sunmak. Bu sayede de hem bu kavramlar arasındaki ayrımları netleştirmeyi, hem de aralarındaki ilişki ve geçişleri açıklaştırmayı denemek.
Jeodinamik Model Üzerine
Jeodinamik yeryüzünde dağların, dağ silsilerinin, havzaların, kayaçların oluşumu gibi uzun erimli ya da deprem gibi kısa erimli sürelerde meydana gelen, çeşitli jeolojik kuvvetlerin, katmanların ve unsurların iç içe geçtiği zuhur (emergent) süreçlerini inceleyen bir bilimdir. Burada jeodinamiği bir metafor haline getirmeksizin temel fikrini koruyarak kullanıyorum: çoklu unsurlar, çoklu etkiler, çoklu süreçler, iç içe geçme ve zuhur. Bu temel mefhumlar dahilinde önerdiğim şey bizatihi insan öznelliğini, kozmik bir jeodinamik süreç olarak yeniden tasavvur etmek. Fakat bu tasavvur herhangi bir bilgi iddiasına yahut bilimsellik halesine atıfta bulunmaz. Yani jeodinamiğin modus operandisine dair mefhumları elimizde tutmakla birlikte, ondan her türlü bilimci-bilgici iddiayı elemeliyiz. Zira jeodinamik model veya yaklaşım, siyaset felsefesinin bir yardımcı operatörü haline gelecekse, bu ancak onun kesinlik iddiası barındırmaması vasıtasıyla olur. Çünkü amacımız, herhangi bir öznellik oluşumunun hakikatini ifşa etmek (bu hakikat ister öz ister ilişki olarak algılansın) değil, tam aksine, başka olanaklı özneleşme biçimlerinin kolektif icat ve icrası için estetik bir güzergâh açmaktır.
Jeodinamiğin odağı kolektif ve heterojen süreçlere ve nesnelere çevrilmiştir. Burada "kolektif olan" insan ve insan-olmayanların bir ağı (Bruno Latour, Biz Hiç Modern Olmadık), çokluğu, bileşimi ya da dolanıklığı (Karen Bared, Meeting The Universe Halfway) olarak tanımlanır. Dolayısıyla sosyal gruplar, topluluklar kolektif değildir basitçe, daha doğrusu, insan gruplarının ve bireylerinin, birey-altı ve grup-altı düzeyde kolektif bir zemini vardır. Kolektif her tür birey-oluşu önceleyen gerçek koşullar zemini ya da soyut makinedir/diyagramdır. Dolayısıyla kolektif olan ile ortaklık-topluluk-grup-toplum mefhum dizisi arasındaki ayrım konusunda net olmalıyız. İnsan grupları/toplulukları -en azından sosyal bilimin nesneleri olarak- canlı türü olmak bakımından homojendir (insanlar arası sınıfsal, etnik, dini, cinsiyete dair ayrımlar orada durur elbet). İnsan çokluklarının homojenliği, onların insan-olmayanlardan ayrı olarak ele alınabilmesinden doğar. Oysa bu çoklukların ve çokluğun çeşitli (iletişimsel, semiyotik, kurumsal, ilişkisel vb.) niteliklerinin zuhur edişleri daima insan ve insan-olmayanların kolektiflerinin zeminine, birlikte-işleyişine gereksinir. Örneğin kuşkusuz sosyal medya üzerinden bir enformasyon iletmek gayet insani bir etkinliktir (semiyotik), ancak bu "iletişimin" koşulları yalnızca insani bir bileşen olan göstergeleri değil, bilgisayar dillerini, uydu alıcılarını, fiber optikleri, işlemcileri, tüm bunları üreten makine-insan demetlerinin emek-güçlerini, onların yeniden-üretiminde işlevlendirilen diğer canlıları vb. gerektirir. Diğer bir örnek ise, insan bedeninin oluşturan canlılığın salt homo sapiens hücrelerinden değil, son derece karmaşık bir mikrobiyotadan oluşuyor olmasıdır: 100 trilyon homo sapiens hücresine karşılık, yaklaşık 1.500 trilyon (1.5 katrilyon) diğer canlıların hücreleri ve virüsler.
Dolayısıyla jeodinamik bir bakış açısından öznelliğin üretiminin ele alınışı, onun kolektif zemininden zuhur edişinin, yani onun oluşumunun gerçek koşullarının ampirik bir sorunsallaştırılması ve zuhur etmiş varlığın virtüel potansiyellerinin sınanmasıdır. Burada çok sayıda jeolojik kuvvet etkinlik halindedir: fizyokimyasal, organik vb. kuvvetler kadar antropomorfik kuvvetler de. Kapitalist toplumlarımızda en çok dikkate almamız gereken jeolojik kuvvet kuşkusuz sermayedir. Ve ardından da yine çeşitli fizyokimyasal ve organik akışları kesmeye, bölüştürmeye, yönlendirmeye ve dağıtmaya muktedir olduğunca diğer sosyal oluşumlar... İnsan öznelliği bilince ve dile indirgenemez semiyotik akışların, yapısal eğilimlere indirgenemez eylem kümelerinin, bizatihi insani fenomenlere indirgenemez organik ve fizyokimyasal akımların bir kıvrımı; tüm bu akımlarının belirli bir eklemlenişinden zuhur eden bir kozmik varlık, kendi bileşenlerine ve etkilerine indirgenemez bir nesnedir (Harman, Object-Oriented Ontology). Ancak tüm varlıklar, farklı düzey ve katmanları işe karıştırsa ve karıştırmasa da zaten böyledir. Öznellik diğer varlıklar nezdinde ayrıcalıklı bir varlık değil, diğer varlıklar arasında herhangi biri olarak, yani tekil olarak, kendi farkına haiz bir varlıktır. Ama zaten bir taş da öyledir.
Öznellik Üretimi Tarzları
Öznellik ilk olarak, bedenin duygulanım ve etki kapasitelerinin kısıtlı olarak doldurulmuş bir kümesidir: eylemler, algılar, duyumsama tarzları vb... Bunlar sıkı sıkıya belirlenmiş yahut gevşek, müzakereye kapalı yahut açık olabilirler. Ya da daha doğrusu, herhangi bir öznellik eylem-algı-duyumsama tarzları kümesinin koşul olarak varsayıldığı noktada, bu gerçek koşullardan zuhur eden bir niteliktir. Fakat kendisi de daha geniş insan bedenleri kümelerinin bireyleşmesinin koşulu olarak hizmet edecektir: bu dar anlamda o bir soyut makine yahut diyagramdır. Bu diyagramı kat eden somut bireyler belirli bir özne haline gelirler.
Yalnızca insani dünyaya ait olmayıp, çeşitli jeolojik kuvvetler olarak da işleyen (sermaye, iktidar oluşumları gibi) kuvvetler yeryüzünün farklı katmanlarından heterojen unsurları seferber ederek bir öznellik düzlemini örgütleyebilirler. Bu örgütlenme düzleminde katı bir şekilde tanımlanmış bulunan algı-duyumsama-eylem kümeleri bir "kimlik" olarak etkide bulunacaktır o halde. Ve (etnik, dini, cinsel vb.) bir kimlik bir kez verili olduğunda, kimlik olarak tertip edilmiş olan öznellik, insan bedenleri kümeleri açısından farklı yollarla tek anlamlı, homojenleştirici ve kuşkusuz ötekinin dışlandığı bir özdeşleşme-bireyleşme ilkesi/koşulu olarak işleyecektir. Şimdi böyle bir şeye bir futbol kulübünün taraftarlığı açısından bakalım:
Bir futbol kulübü hiyerarşik bir örgütlenme olduğu kadar bir (veya bir dizi) şirkettir de. Yani kulüp hem hiyerarşik yapısı hem de sermaye denilen semiyotik aygıt ile iç içe geçerek, taraftar grupları ile jeodinamik bir ilişkiye girer. Gelenekleşen ritüeller çoğun aslen taraftar gruplarının icadı olsa da, kulübün bünyesi bu icatlar üzerinde çeşitli yollarla eleyici bir etkide bulunur: belirli bir sloganı, marşı yasaklar veya teşvik eder, istenmeyen "eylemler" sergileyen taraftar gruplarını stada almaz, bazılarına kombine dağıtır vb. Fakat taraftarın öznelleşmesi bunlarla etkileşime girse de farklı türden bir süreç gerektirir. Bu süreç takımına yönelik tutkuyu, gruba kendini bağlamayı da gerektirir. Dolayısıyla bu kaba örnekte dahi iki boyutu saptayabiliyoruz: bir yandan kendisi bir çerçeve, bir anlamlandırma-duygulanma-algılama evreni sunan kimlik boyutu ile bir insan bireyin onu edinişini koşullayan öznelleşme boyutu. Şimdi sırasıyla bu iki mefhumu kavramsallaştıralım.
Kimlik boyutunu teşkil eden şey öncelikle iktidar oluşumları ya da kolektif donanımlar -aile, okul, kulubün bünyesi-taraftar grubu, dini cemaat, devletin kendisi vb.- ve onlara ait semiyotik düzenlemeler olan gösteren merkezli gösterge rejimleridir. Bu tarz düzenlemeler, merkeze göstereni yerleştiren bir göstergeleştirme (semiosis) sürecinin ürünüdürler. Bu süreç, bir yandan insan bedenlerini hizaya dizen, onları homojenleştiren ve her daim onların seçildiği bir yersizyurdsuzlaştırma sürecinden hareket eden bir yeniden-yerliyurdlulaştırma hareketi teşkil ederken, diğer yandan da ifade ve eylem kümelerinin kodlanmasını ve gösteren merkezinde üstkodlanmasını teşkil eder. Kabaca ilk yan makinesel düzenlemeye gönderirken ikincisi sözcelem düzenlemesine gönderir. Burada bu iki düzenlemenin eklemlenişini mümkün kılan soyut makineler, düzenlemelerin tarzlarının çokluğuyla eşlenik olan bir çokluğa sahiptir. Ailede, okulda, askeriyede, dini cemaatlerde vb. farklı şekillerde işleyen ve irtibat halinde de olan çok sayıda düzenleme ve soyut makine vardır. Bu çokluk hem tarihsel hem de günceldir. Örneğin ailenin makinesel düzenlemesi sermayenin semiyotiklerinden ve onun izin verdiği erişim olanaklarından ayırt edilemez. Sözgelimi bir işçi ailesinin açısından ücret olarak düşen sermaye payı, aynı zamanda belli tür gıdalara, şehir ya da kırın farklı bölgelerine, farklı eğitim ve kültürel etkinliklere erişimi bölüştürür. Ailenin kendisi ise etkisi altındaki insan bedenlerinin erişim haklarını bu bölüşümden aldığı paya göre bir kez daha pay eder. Ataerki ve cinsiyet farkının durumuna göre baba ücreti alan oğullar ise kayrılan unsurlar olabilir örneğin. Ayrıca ailenin etki alınanda etnik ve dini kimlikler de cinsiyet kimlikleri kadar pekiştirilir vs... Dolayısıyla ailede duyulur olanın bölüşümü (Ranciere, Uyuşmazlık) sermaye ile ataerkinin iki bağımsız tarihsel çizgisinin kesişerek edimselleştiği bir güncellik teşkil ettiği kadar, ailevi donanım da daima bitişiğindeki sömürgeci, devletsi vb. oluşum ve aygıtlarla ilişki halindedir. Fakat ilk elde ailenin kendisi aynı zamanda ailevi bir kimlikle donatır üyelerini. Kültürel ve sosyal sermayeden de alınan pay oranında bu kimlik belirgin ve ayrıcalıklı bir işlevi de yerine getirebilir. Sabancıların soyadını taşımak ile periferideki bir işçi ailesinin soyadını taşımak bile sosyal olarak farklı konumlara, salt isim üzerinden farklı olanaklara eşitsiz erişime tekabül eder.
Göstermeye çalıştığım şey, kapitalist toplumlarda basit aile ve taraftar grubu örneklerinde olduğu gibi öznelliğin oluşumu açısından sermayenin temel bir etkinliğe sahip olduğudur. Bu kuşkusuz sermayenin öznelliği kendiliğinden ürettiği anlamına gelmez! Aksine ailede bu yoğun bir ataerkil bölümlendirmenin neticesi olarak çoğunlukla kadınların payına düşen, şiddet ve sömürüyle örülü bir bakım emeğini gerektirirken, taraftar gruplarında da buna mukabil bir duygulanımsal ve bilişsel etkinlikler kümesini gerektirir. Sermaye bu alanların içine sızarak, etkinlik biçimlerini seçer, kışkırtır, onları kendi diline yani eşdeğerlik rejimine tercüme eder.
Örneklerimizin ötesine geçer ve daha soyut bir düzleme sıçrarsak, kimlik ne kadar bir anlamlandırma (signification) evreni sunan, gösterenin (signifier) merkezinde olduğu bir oluşumsa, bireyselleştirme de o kadar şiddetin iki biçimi, yani dışlama ve ayartı ile kışkırtılan anlamlandırma-sonrası (postsignifying) bir süreçtir. Tablonun bir yanında, insan çokluklarının rasyonel insan, cogito, "yaşam tarzı sahibi" vb. olarak ayartılarak bireyleştikleri öznelleştirmeler vardır. Bunu Bin Yayla'nın "Çeşitli Gösterge Rejimleri Üzerine" yaylasına başvurarak açmak faydalı olabilir:
Önemli olan şey, anlamlandırma-sonrası tutkulu çizgiyi bir öznelleştirme ya da tabi kılma çizgisi yapan şey, kuruluştur, iki öznenin üst üste binmesidir, birinin diğerine, sözcelem öznesinin ifade (statement) öznesine geri tepmesidir (dilbilimciler bunu, "sözceleme sürecinin ifadeye sokulmasından" bahsettikleri zaman tanımış olurlar). Gösterme sözcelemin tözünde tekbiçimliliğe sebep oluyordu; şimdi öznellik, kolektif ya da tikel olsun, bir bireyselleşme meydana getirir. Töz özne haline gelir, dedikleri gibi. (...) Artık bir aşkın iktidar merkezine dahi ihtiyaç yoktur; bunun yerine iktidar içkindir ve "gerçekle" içe içe girer, normalleştirme boyunca işler. (...) Bu, tanzim eden-öznenin gösteren despotu yerinden etmesinin paradoksudur: baskın gerçekliğin ifadelerine ne kadar boyun eğerseniz, zihinsel gerçekliğin sözcelem öznesi olarak o kadar komutada olursunuz, zira nihayetinde yalnızca kendinize boyun eğiyorsunuzdur! Komutadaki, rasyonel bir varlık olarak kapasitenizin komutasındaki sizsinizdir. Yeni bir kölelik biçimi icat edilmiştir, yani, kendine ya da saf "akla", Cogitoya köle olma. (Deleuze & Guattari, A Thousand Plateaus, 150, 151)
Bu pasajdan ne anlamalıyız? Bireyselleştirme olarak öznelleştirmenin daima bir boyun eğişe doğru yönlendiğini mi? Özellikle kimliğin anlamlandırma evreninin "despotik" ve öznelleştirmenin tutkulu, anlamlandırma-sonrası evreninin ise "otoriter" olarak tanımlandığı (152) göz önüne alınırsa sanki öyleymiş gibidir. Bu düğümü çözmek için öncelikle kapitalist tarzda öznelleştirmenin çağdaş biçimi olan "yaşam tarzlarına" dair "kışkırtma" meselesini ele alalım.
Doğrusu yaşam tarzı mefhumu daima zorunlu olarak egemen kimlik/öznellik biçimlerini kapsamaktan daha fazlasını içerir. Yani bunlar sermayenin doğrudan alanı içinde oldukları oranda en azından çok farklı düzeylerden, şiddet biçimlerinden geçen uysallaştırma devreleri sunarlar. Bunun nedeni "yaşam tarzlarının" "gösterge-değeri" ile sarmalanmış olmasıdır. Gösterge-değeri, ister cisimsel ister cisimsiz olsun bir metanın üzerine yapışan; yeni ve bu defa Marx'ın çözümlediği kullanım değerinden kısmen ayrılan, mübadele-değerini de tayin eden libidinal bir değerdir. Burada libidinalden kastım, gösterge-değerinin bir şeyi (gezi, kahve, şu veya bu mekânda eğlenmek vb.) arzulanır kılan ayartıcı bir sözcelem düzenlemesi içinde vuku bulmasıdır: yani öznelleştirmeninki. Şöyle ki, herhangi bir kahveyi tüketmek gibi genel olarak damak tadına gönderen bir düzey (kullanım değeri) ile onu bir markanın/kahvecinin kahvesini tükettiğini göstermek, orada olmaktan alınan haz/zevk olarak Veblen'in işaret ettiği "gösterişçi tüketime" giren bir düzey arasındaki göreli ayrım ortadan kalkmıştır. Gösterişçi tüketim artık basitçe "üretken olmayan tüketim" olarak yaftalanamaz zira, bizatihi gösterişçi tüketim, yani gösterge-değerinin tüketimi bir öznelliğin üretimi (yani belli bir yaşam tarzının tutkulu benimsenmesi) olarak gerçekleşir. Sermayenin duygulanımsal ve bilişsel emek sektörlerine, hatta daha geniş bir anlamda bu sahadaki yeniden-üretim etkinliklerine yönelik büyük oranda borç biçimi altındaki finansal ve çitleyici saldırısının anlamını burada bulabiliriz. Sosyal medya ve yoğun dijitalleşme çağında gidilen mekânlar (mekânsal erişim), yenilen ve içilenler (gıda erişimi), bizatihi insani yakınlıklar (sosyal gruplara dahiliyet) vb. hızla gösterge-değerine tercüme olunur. Sermaye bunları reklamcılık, sosyal medya yönetimi vs. gibi uzman etkinlikleri altında ücretlendirilmiş maddi olmayan emek üreticilerinin işe koşulmasının etkisiyle olduğu kadar; borç, "gönüllü" veya "kullanıcı emeği" vs. gibi mekanizmalarla, ücretlendirmek bir yana değersizleştirerek, bir şiddet devresi ve yeni bir sömürgeleştirme/çitleme (Büyük Veri -Big Data-) hareketi içinde durmaksızın ele geçirir ve yönlendirir. Orta sınıf, beyaz, "damak tadı yüksek", "kaliteli" bir yaşam tarzına sahip olduğunuzu göstermek için, giyim, beslenme, eğlenme "tercihlerinizi" sürekli olarak imgeler olarak dolaşıma sokmak, fakat öncelikle o imgeyi üretebilmek adına sermayeden aldığınız payı (bu bazen ücret, çoğu zaman borçtur: kredi kartı) bu yaşam tarzına gönderen gösterge-değerini taşıyan metalara (giysiler, yemekler, kafeler, barlar) yatırmak zorundasınız. Bu, en azından "gelir" bazında -örneğin orta sınıf- bir yaşam tarzına erişimi olmamakla beraber bizzat böyle bir erişimi varmışçasına imgeler üreterek bunu bir sınıf atlama, ayrım stratejisi haline getiren alt sınıflardan beyaz yakalılar için şiddetli bir borçlanma devresi olarak vuku bulur. Fakat sermaye, sömürgeci ve cinsiyete dayalı dışlama biçimleri açısından da farklı öznelleşme tertipleri içinde, değişik şiddetler ve borçlanma biçimleri teşkil edebilir.
Öznelleştirici düzenlemeler yaşam tarzıyla sınırlı değildir. Ve yaşam tarzları da gösterge-değerleriyle... Zira her "bireysel yaşam tarzı", o yaşam tarzını paylaşan kimlik oluşumları olarak sosyal gruplara ve daha katı bölümlemelere işaret eden toplumsal ayrımlara tekabül edecektir. Bir yaşam tarzı paketi olarak şu takımın taraftarlığının, aynı zamanda taraftar grubuna göndermesi ve bir diğer yandan da erkeklik olarak katı bir cinsiyete dayalı bölümlenişe oturması gibi. Bütün bunlar bu tarz analizlerin daima pragmatik bir bakış açısından, yani ampirik ve sorunsallaştırıcı bir bakış açısından yapılması gerektiğini ve önden koyutlanacak hiçbir çerçevenin olmadığını gösterir. Yani elde kimlik gibi çoğun çok geniş bir anlamlar ve işlevler kümesini kapsayan bir mefhumla yola çıkıldığında, öznelleştirme ve dahi özneleşmenin farklı çizgileri, despotik bir anlamlandırma evreni olarak kimliğin bizatihi daha despotik oluşumuyla karışıverir. Hepsini tek bir kimlik terimi altında düşünmenin tehlikesi, toplumsal saha boyunca yayılan farklı pratik, ilişki ve zuhur eden nitelikleri, yani bizzat farklı türdeki nesneleri birbirine karıştırmaktır.
Ama bu yolda daha fazla ilerlemeden, öznelleştirmenin her türünün mü kaçınılmaz olarak boyun eğişle ilişkili olduğuna dair sorunumuza dönelim. Evet, kimlik olarak öznellik despotik ve evet tutkulu öznelleştirme süreci ve bireyselleşme de otoriterdir. Ancak, yine ve daha başka bir bakış açısından yaşam-tarzı olmaya veya basitçe yok olmaya direnen bir topluluğun kimliği ve onun ufkunda ortaya çıkan tutkulu bir öznelleşme, ardından çok sayıda yeni özneleşme olanaklarını ve onların sadece virtüelliğini değil, edimselliğini de saklıyor olabilir. En basit örneğiyle bir grev daima "işçi kimliğinin" sermaye ile bir çıkar grubu olarak karşı karşıya geldiği, hem kapitalizmin ürünü olan şiddetli bir sınıflaştırmanın neticesi olan bir sınıf kimliğine gönderen, hem de mücadele açısından o kimliğin tutkulu bir öznelleşmesini ("sınıf bilinci") gerektiren bir mücadeledir. Lâkin sadece bir ahmak, bir grevin tamamıyla yararsız olduğunu söylemeye cüret edebilir! Zira bir grev, salt ücret mücadelesini kapsasa bile mücadelenin içinde çok sayıda sınıf-ötesi, sınıf-karşıtı özneleşme olanaklarını barındırır ve dahası bunları uygun şartlarda doğrudan yürürlüğe koyar. Grev, fabrikanın mekânı kadar şirketin küresel veya yerel uzamındaki farklı fabrika, işyeri ve coğrafi koordinatlarla, o koordinatlar kadar bizatihi işyerinde konumlanmış farklı sosyal gruplarla ve öznelerle çok sayıda karşılaşmanın harlamasına yol açar. Bir grev vuku bulduğu anda cinsiyet bölümlemeleri, etnik bölümlemeler, ayrıcalıklar, baskılar vb. müzakereye açılır veya bunun ihtimali doğar. İşte bu müzakere süreçleri her tür anlamlandırmaya karşı olan, ne kapalı bir anlamlandırma evreni olarak kimliğe, ne yaşam tarzı ya da öznelleştirme olarak gösterge-değerine göndermeyen, ancak yeni bir olanaklılık evreninin, yeni bir gerçekliğin yaratılması olarak, bizatihi kolektif koşulların müzakeresi ve bu koşullar üzerindeki denetimin ele geçirilmesi olarak özneleşmelere yol açabilirler. Etnik milliyetçilik olarak sömürgeleştirme karşıtı hareketler kadar, en "kimlikçi" biçimiyle "kadın hareketi" olarak kavrandıklarında bile azınlık hareketlerinin -kederi, acıyı, fedakarlığı dışlamayan- neşeli potansiyelleri buradan ileri gelir. Ki bu hareketlere dair kavrayışın zaaflı olma ihtimali, yani hareketlerin gerçekliğiyle temasın eksikliği daha yüksek bir ihtimaldir daima. Egemen bir konumdan bakıldığında, bilhassa evrenselcilik içinde yalnızca cinsiyetsizleştirilmiş, etnik olarak arındırılmış erkekbeyazinsan olarak konuşmaya izin verildiği düşünülürse, her tür "kendi adına konuşan" hareket ister istemez "kimlikçi", "yerel" ve "bölgeci, milliyetçi" vb. damgasını yiyecektir. Bu tarz hareketlerin değerlendirilmesi ve analizi o hareketin parçası olmayı gerektirir ve parçası olamıyorsak payımıza ilk düşen şeyin ihtiyat, ikincisinin ise "başkasının adına konuşmama" etiği olduğunu hatırlamak gerekir.
Dolayısıyla özneleşme ne kimliğin ne de öznelleştirmenin diyagramını takip eder. Birincisi ne kadar gösterene, ikincisi ne kadar "ifade öznesi benin, sözcelem öznesi ile katlanmasına" dayanıyorsa, özneleşme veya öznesizleşme -yani kendine/kendi imgesine özdeş bir öznellik tertibinin reddi- daima kolektif bir sözcelem düzenlemesine ve etkin bir kaçış çizgisine dayanır. İlk iki tip öznellik üretimi, görece kökensel bir yersizyurdsuzlaştırmadan hareket eden yeniden-yerliyurdlulaştırıcı tipteki hareketlerdir. Fakat sadece üçüncüsü kaçış çizgisini sonuna kadar götürür veya sadece onda kaçış çizgisi olumlu olduğu kadar mutlak olur: kimlikte olumsuz, öznelleştirmede olumlu ve fakat kendi karadeliğinde sona eren, oysa özneleşme sürecinde olumlu ve dışarıya açılan bir kaçış çizgisi söz konusudur. Bu kaçış çizgisi, bu açıdan ifade tarafında bir kodsuzlaştırma hareketine de bağlıdır. Her tür semiyotik kod veya aksiyom parçalanır, sorunsallaştırılır ve kolektif bir müzakereye açılır. Son adımı yukarıda "kolektif" kelimesine verdiğimiz anlamla biraz daha açalım.
Kolektif müzakere sadece insan-insan ilişkilerinin, insanlar-arası katı bölümlemeler kadar, yumuşak olanları da (yaşam tarzıyla ilişkili grupçukları) ihlal eden bir demokratikleştirme süreci değildir. Aynı zamanda insan-olmayan canlı ve cansızları da kapsayan, onların eyleyenliğini de açığa çıkartan/duyulur kılan, insan ve insan-olmayanlar arası bir müzakeredir. Sadece toplumsal hareketlerin son çevriminde görülen iletişim teknolojilerinin kullanımını veya Yunanistan'da anarşistlerin göz bebeği olup, faşistler tarafından katledilen Yoldaş Loukanikos'u hatırlayın. Elbette Loukanikos'un bir simge olma durumu da söz konusuydu ama o aslında insan-hayvan ilişkisinin siyasal bir ortaklık olarak özneleşmesinin bir simgesiydi. Faşist güruhun onu hedef almasında moral bozma amacı kadar, bu olanaktan duyulan korkunun da iş başında olmadığını kim söyleyebilir?
Bu tarz müzakereler kuşkusuz Donna Haraway'in "Siborg Manifestosu" ve "Yoldaş Türler Manifestosu"nun önemli temalarıdır. Bir yandan teknolojik aygıt ve olanaklar kadar diğer canlılar da kendi sınırlı varlığımızı ve her an kendi üzerine kapanma tehdidi altındaki öznelliğimizi dışarıya açan, deney yapma ve dönüşme, yani özneleşme olanakları sağlarlar. Ya da daha doğrusu özneleşme öncelikle bu bileşenlerin kolektif zemininin açık ve demokratik bir müzakere halinde kurulmasıdır. Fakat diğer yandan da, biz insanlar diğer canlılar ve cansızlar arasında başka türde protezler, tercüme aygıtları, hatta üreme organları vb. olarak işleriz. Burada mesele tamamen bakış açısıyla ilgilidir. Yalnızca yeni canlı türlerinin yaratımında evrimsel bir seçilim kuvveti olmakla kalmayız, aynı zamanda bilgisayarlar vb. gibi teknik makinelerin üretiminde cinsel bir seçilim kuvveti ve viral bir mutasyon işlemcisi de oluruz. Yani teknik makinelerin ötesinde, toplumsal makineler düzeyinde işleyen bir makinesel cinsellik de vardır ve bu cinsellik açısından insan bileşenlerin işlevleri son derece çeşitlidir. Makinesel bir seçilim süreci, insan ve insan-olmayan düzenlemelerin kurulumunu, tutarlılık kazanmasını ve farklı canlı ile cansız bileşenlerin düzenlemelere seçilimini kapsar. Bu seçilim içerisinde teknik makinelerin evrimi ve üremesi de insan unsurların üzerinden ve insan unsurların evrimi ile öznelliklerinin üretimi de insan-olmayanların üzerinde geçer. Tabii ki de bu karşılıklılığı verili saymamalı, her durumda var olup olmadığını, varsa nasıl işlediğini sormalıyız.
Öznelliğin Üretiminin Soyut Makinesi veya Diyagramı
Dolayısıyla bu somut işleyişlerin analizi ve ayırt edilmesi "sahada" olmayı gerektirir. Soyut makinenin/diyagramın bir anlamlandırma evreni olarak "bir dünya" üretecek şekilde mi işlediği, yoksa tutkulu bir öznelleştirmeye açılan bir yaşam tarzının bireyselleştirilmiş bir mülk edinimine mi gönderdiği ya da hepsinin ötesinde bir kaçış çizgisini takip ederek açık bir müzakere ve kolektif bir deney yapma süreci olarak özneleşmeye mi açıldığını sormak gerekecektir. Kimlikte katı olarak bölümlenmiş "bir dünyaları", öznelleştirmede uysallaştırılmış "yaşam tarzlarını" ve nihayet özneleşmede açık uçlu kolektif müzakere ve sorunsallaştırmaları bulabiliriz. Dahası bu üçü farklı süreçleri takip ederek iç içe geçebilirler veya ayrışabilirler. Biz ve öteki arasında büyük ve katı bölümlemeler tertip eden kimlikler, çoğunlukla üyelerinden tutkulu bir bireysel bağlılık da bekler veya tersinden bir bireyselleşme olarak başlayan bir öznelleşme hareketi bir kimliğin oluşumuna yol açabilir. Bu süreçler farklı süreçler olmakla birlikte çoğun üst üste de binerler. Fakat analitik ve politik dikkatin ilk ikisine daima üçüncüsünün nazarında odaklanması gerekecektir. En azından bu politika eşitlikçi ve özgürlükçü bir zemindeyse. Zira sadece sosyal bilimlerde değil, Marksist-Anarşist vb. perspektiflerde de gözden kolayca kaçabilen şey, özneleşmenin kaçış çizgilerinin bizzat kendisidir. Bu yüzden kimlik teriminin kendisini şeyleşmiş bir kategori ve zihinsel bir çerçeve, bir gestalt olarak dayatması konusunda dikkatli olmalıyız.
Analizin özgürleşmeci olanakları görememesi çoğu zaman analistin kendini aşkın bir özne olarak konumlandırmasıyla ilişkilidir. Bununla hem pratikte "gerçek hareketin" dışında olma halini, hem de bilen öznenin evrensellik iddiasını düşünüyorum. Zira ikisinin birbirinden hiç de bağımsız olmadığı aşikardır. Eğer bu tuzaklardan sakınmak istiyorsak analizin, analist özne-ben ile analizan-diğer benler arasında bölünmesini engelleyecek önlemler alınması gerekir. Bunun bir yanı refleksiyonu, yani analistin kendini, konumunu ve ilişki tarzını sorunsallaştırmasını, bir yanı da dahiliyeti veya ihtiyat ile başkaları adına konuşmama etiğini gerektirir. Bir gerçek hareketin soyut makinesine ya da diyagramına erişme çabasının amacının, yeni olanakların keşfi ve bizzat bu keşfin aslen bir özneleşme deneyimi olduğunu unutmamalıyız. Bu deneyim, yani soyut makine/diyagramın tüketilemez de olsa analizi çabası, o halde hem makinesel düzenlemelere (insan ile insan-olmayanların kümelendirilme tarzlarına) hem de sözcelem düzenlemelerine (gösterge rejimlerine) etkin bir dikkati şart koşar. Nihayet öznelliğin üretimi dediğimiz şey, tam da bu iki düzenlemenin gerçek koşullarının zemininde zuhur eder ve o gerçek koşullar-ilişkiler de bizim soyut makine/diyagramımızdan başka bir şey değildir.


Yaklaşık Kaynakça:
Bared, Karen (2007). Meeting the Universe Halfway: Quantum Physics and the Entanglement of Matter and Meaning. Durham: Duke University Press.
Bennett, Jane (2010). Vibrant Matter: A Political Ecology of Things. Durham: Duke University Press.
Deleuze, Gilles & Guattari, Félix (2014). A Thousand Plateaus. (Çeviren: Brian Massumi). London: Bloomsburry.
Haraway, Donna (2010). Başka Yer. (Çeviren: Güçsal Pusar). İstanbul: Metis Yayınları.
Harman, Graham (2017). Object-Oriented Ontology: New Theory of Everyting. Pelican Books.
Latour, Bruno (2008). Biz Hiç Modern Olmadık. (Çeviren: İnci Uysal). İstanbul: Norgunk Yayınları.
Ranciere, Jacques (2006). Uyuşmazlık: Politika ve Felsefe. (Çeviren: Hakkı Ünler). İzmir: Ara-lık Yayınları.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder