Hem sosyal bilimde hem de çağdaş materyalist ve/veya siyaset
felsefesinde "öznellik" mefhumu ("kimlik",
"özneleşme", "özne" gibi yan mefhumlarla
birlikte) çoğun farklı anlamlara gelen, hatta çelişkili de
olabilen kullanımlara sahip. Burada benim amacım ise, öznelliğin
oluşumunu insani ve insani-olmayanların eş-eyleyicileri
(co-actant) olduğu bir jeodinamik süreç olarak
yeniden kavramsallaştırarak bir tür öznellik pedagojisi sunmak.
Bu sayede de hem bu kavramlar arasındaki ayrımları netleştirmeyi,
hem de aralarındaki ilişki ve geçişleri açıklaştırmayı
denemek.
Jeodinamik Model Üzerine
Jeodinamik yeryüzünde dağların, dağ silsilerinin,
havzaların, kayaçların oluşumu gibi uzun erimli ya da deprem gibi
kısa erimli sürelerde meydana gelen, çeşitli jeolojik
kuvvetlerin, katmanların ve unsurların iç içe geçtiği zuhur
(emergent) süreçlerini inceleyen bir bilimdir. Burada
jeodinamiği bir metafor haline getirmeksizin temel fikrini koruyarak
kullanıyorum: çoklu unsurlar, çoklu etkiler, çoklu süreçler, iç
içe geçme ve zuhur. Bu temel mefhumlar dahilinde önerdiğim şey
bizatihi insan öznelliğini, kozmik bir jeodinamik süreç
olarak yeniden tasavvur etmek. Fakat bu tasavvur herhangi bir bilgi
iddiasına yahut bilimsellik halesine atıfta bulunmaz. Yani
jeodinamiğin modus operandisine dair mefhumları elimizde
tutmakla birlikte, ondan her türlü bilimci-bilgici iddiayı
elemeliyiz. Zira jeodinamik model veya yaklaşım, siyaset
felsefesinin bir yardımcı operatörü haline gelecekse, bu ancak
onun kesinlik iddiası barındırmaması vasıtasıyla olur. Çünkü
amacımız, herhangi bir öznellik oluşumunun hakikatini ifşa etmek
(bu hakikat ister öz ister ilişki olarak algılansın) değil, tam
aksine, başka olanaklı özneleşme biçimlerinin kolektif icat ve
icrası için estetik bir güzergâh açmaktır.
Jeodinamiğin odağı kolektif ve heterojen süreçlere ve nesnelere
çevrilmiştir. Burada "kolektif olan" insan ve
insan-olmayanların bir ağı (Bruno Latour, Biz Hiç Modern
Olmadık), çokluğu, bileşimi ya da dolanıklığı (Karen
Bared, Meeting The Universe Halfway) olarak tanımlanır.
Dolayısıyla sosyal gruplar, topluluklar kolektif değildir basitçe,
daha doğrusu, insan gruplarının ve bireylerinin, birey-altı ve
grup-altı düzeyde kolektif bir zemini vardır. Kolektif her tür
birey-oluşu önceleyen gerçek koşullar zemini ya da soyut
makinedir/diyagramdır. Dolayısıyla kolektif olan ile
ortaklık-topluluk-grup-toplum mefhum dizisi arasındaki ayrım
konusunda net olmalıyız. İnsan grupları/toplulukları -en azından
sosyal bilimin nesneleri olarak- canlı türü olmak bakımından
homojendir (insanlar arası sınıfsal, etnik, dini, cinsiyete dair
ayrımlar orada durur elbet). İnsan çokluklarının homojenliği,
onların insan-olmayanlardan ayrı olarak ele alınabilmesinden
doğar. Oysa bu çoklukların ve çokluğun çeşitli (iletişimsel,
semiyotik, kurumsal, ilişkisel vb.) niteliklerinin zuhur edişleri
daima insan ve insan-olmayanların kolektiflerinin zeminine,
birlikte-işleyişine gereksinir. Örneğin kuşkusuz sosyal medya
üzerinden bir enformasyon iletmek gayet insani bir etkinliktir
(semiyotik), ancak bu "iletişimin" koşulları yalnızca
insani bir bileşen olan göstergeleri değil, bilgisayar dillerini,
uydu alıcılarını, fiber optikleri, işlemcileri, tüm bunları
üreten makine-insan demetlerinin emek-güçlerini, onların
yeniden-üretiminde işlevlendirilen diğer canlıları vb.
gerektirir. Diğer bir örnek ise, insan bedeninin oluşturan
canlılığın salt homo sapiens hücrelerinden değil, son derece
karmaşık bir mikrobiyotadan oluşuyor olmasıdır: 100 trilyon homo
sapiens hücresine karşılık, yaklaşık 1.500 trilyon (1.5
katrilyon) diğer canlıların hücreleri ve virüsler.
Dolayısıyla jeodinamik bir bakış açısından öznelliğin
üretiminin ele alınışı, onun kolektif zemininden zuhur edişinin,
yani onun oluşumunun gerçek koşullarının ampirik bir
sorunsallaştırılması ve zuhur etmiş varlığın virtüel
potansiyellerinin sınanmasıdır. Burada çok sayıda jeolojik
kuvvet etkinlik halindedir: fizyokimyasal, organik vb. kuvvetler
kadar antropomorfik kuvvetler de. Kapitalist toplumlarımızda en çok
dikkate almamız gereken jeolojik kuvvet kuşkusuz sermayedir. Ve
ardından da yine çeşitli fizyokimyasal ve organik akışları
kesmeye, bölüştürmeye, yönlendirmeye ve dağıtmaya muktedir
olduğunca diğer sosyal oluşumlar... İnsan öznelliği bilince ve
dile indirgenemez semiyotik akışların, yapısal eğilimlere
indirgenemez eylem kümelerinin, bizatihi insani fenomenlere
indirgenemez organik ve fizyokimyasal akımların bir kıvrımı; tüm
bu akımlarının belirli bir eklemlenişinden zuhur eden bir kozmik
varlık, kendi bileşenlerine ve etkilerine indirgenemez bir nesnedir
(Harman, Object-Oriented Ontology). Ancak tüm varlıklar,
farklı düzey ve katmanları işe karıştırsa ve karıştırmasa
da zaten böyledir. Öznellik diğer varlıklar nezdinde ayrıcalıklı
bir varlık değil, diğer varlıklar arasında herhangi biri olarak,
yani tekil olarak, kendi farkına haiz bir varlıktır. Ama zaten bir
taş da öyledir.
Öznellik Üretimi Tarzları
Öznellik ilk olarak, bedenin duygulanım ve etki kapasitelerinin
kısıtlı olarak doldurulmuş bir kümesidir: eylemler, algılar,
duyumsama tarzları vb... Bunlar sıkı sıkıya belirlenmiş yahut
gevşek, müzakereye kapalı yahut açık olabilirler. Ya da daha
doğrusu, herhangi bir öznellik eylem-algı-duyumsama tarzları
kümesinin koşul olarak varsayıldığı noktada, bu gerçek
koşullardan zuhur eden bir niteliktir. Fakat kendisi de daha geniş
insan bedenleri kümelerinin bireyleşmesinin koşulu olarak hizmet
edecektir: bu dar anlamda o bir soyut makine yahut
diyagramdır. Bu diyagramı kat eden somut bireyler belirli
bir özne haline gelirler.
Yalnızca insani dünyaya ait olmayıp, çeşitli jeolojik kuvvetler
olarak da işleyen (sermaye, iktidar oluşumları gibi) kuvvetler
yeryüzünün farklı katmanlarından heterojen unsurları seferber
ederek bir öznellik düzlemini örgütleyebilirler. Bu örgütlenme
düzleminde katı bir şekilde tanımlanmış bulunan
algı-duyumsama-eylem kümeleri bir "kimlik" olarak etkide
bulunacaktır o halde. Ve (etnik, dini, cinsel vb.) bir kimlik bir
kez verili olduğunda, kimlik olarak tertip edilmiş olan öznellik,
insan bedenleri kümeleri açısından farklı yollarla tek anlamlı,
homojenleştirici ve kuşkusuz ötekinin dışlandığı bir
özdeşleşme-bireyleşme ilkesi/koşulu olarak işleyecektir. Şimdi
böyle bir şeye bir futbol kulübünün taraftarlığı açısından
bakalım:
Bir futbol kulübü hiyerarşik bir örgütlenme olduğu kadar bir
(veya bir dizi) şirkettir de. Yani kulüp hem hiyerarşik yapısı
hem de sermaye denilen semiyotik aygıt ile iç içe geçerek,
taraftar grupları ile jeodinamik bir ilişkiye girer. Gelenekleşen
ritüeller çoğun aslen taraftar gruplarının icadı olsa da,
kulübün bünyesi bu icatlar üzerinde çeşitli yollarla eleyici
bir etkide bulunur: belirli bir sloganı, marşı yasaklar veya
teşvik eder, istenmeyen "eylemler" sergileyen taraftar
gruplarını stada almaz, bazılarına kombine dağıtır vb. Fakat
taraftarın öznelleşmesi bunlarla etkileşime girse de farklı
türden bir süreç gerektirir. Bu süreç takımına yönelik
tutkuyu, gruba kendini bağlamayı da gerektirir. Dolayısıyla bu
kaba örnekte dahi iki boyutu saptayabiliyoruz: bir yandan kendisi
bir çerçeve, bir anlamlandırma-duygulanma-algılama evreni sunan
kimlik boyutu ile bir insan bireyin onu edinişini koşullayan
öznelleşme boyutu. Şimdi sırasıyla bu iki mefhumu
kavramsallaştıralım.
Kimlik boyutunu teşkil eden şey öncelikle iktidar oluşumları ya
da kolektif donanımlar -aile, okul, kulubün bünyesi-taraftar
grubu, dini cemaat, devletin kendisi vb.- ve onlara ait semiyotik
düzenlemeler olan gösteren merkezli gösterge rejimleridir.
Bu tarz düzenlemeler, merkeze göstereni yerleştiren bir
göstergeleştirme (semiosis) sürecinin ürünüdürler. Bu
süreç, bir yandan insan bedenlerini hizaya dizen, onları
homojenleştiren ve her daim onların seçildiği bir
yersizyurdsuzlaştırma sürecinden hareket eden bir
yeniden-yerliyurdlulaştırma hareketi teşkil ederken, diğer yandan
da ifade ve eylem kümelerinin kodlanmasını ve gösteren merkezinde
üstkodlanmasını teşkil eder. Kabaca ilk yan makinesel düzenlemeye
gönderirken ikincisi sözcelem düzenlemesine gönderir. Burada bu
iki düzenlemenin eklemlenişini mümkün kılan soyut makineler,
düzenlemelerin tarzlarının çokluğuyla eşlenik olan bir çokluğa
sahiptir. Ailede, okulda, askeriyede, dini cemaatlerde vb. farklı
şekillerde işleyen ve irtibat halinde de olan çok sayıda
düzenleme ve soyut makine vardır. Bu çokluk hem tarihsel hem de
günceldir. Örneğin ailenin makinesel düzenlemesi sermayenin
semiyotiklerinden ve onun izin verdiği erişim olanaklarından ayırt
edilemez. Sözgelimi bir işçi ailesinin açısından ücret olarak
düşen sermaye payı, aynı zamanda belli tür gıdalara, şehir ya
da kırın farklı bölgelerine, farklı eğitim ve kültürel
etkinliklere erişimi bölüştürür. Ailenin kendisi ise etkisi
altındaki insan bedenlerinin erişim haklarını bu bölüşümden
aldığı paya göre bir kez daha pay eder. Ataerki ve cinsiyet
farkının durumuna göre baba ücreti alan oğullar ise kayrılan
unsurlar olabilir örneğin. Ayrıca ailenin etki alınanda etnik ve
dini kimlikler de cinsiyet kimlikleri kadar pekiştirilir vs...
Dolayısıyla ailede duyulur olanın bölüşümü (Ranciere,
Uyuşmazlık) sermaye ile ataerkinin iki bağımsız tarihsel
çizgisinin kesişerek edimselleştiği bir güncellik teşkil ettiği
kadar, ailevi donanım da daima bitişiğindeki sömürgeci, devletsi
vb. oluşum ve aygıtlarla ilişki halindedir. Fakat ilk elde ailenin
kendisi aynı zamanda ailevi bir kimlikle donatır üyelerini.
Kültürel ve sosyal sermayeden de alınan pay oranında bu kimlik
belirgin ve ayrıcalıklı bir işlevi de yerine getirebilir.
Sabancıların soyadını taşımak ile periferideki bir işçi
ailesinin soyadını taşımak bile sosyal olarak farklı konumlara,
salt isim üzerinden farklı olanaklara eşitsiz erişime tekabül
eder.
Göstermeye çalıştığım şey, kapitalist toplumlarda basit aile
ve taraftar grubu örneklerinde olduğu gibi öznelliğin oluşumu
açısından sermayenin temel bir etkinliğe sahip olduğudur. Bu
kuşkusuz sermayenin öznelliği kendiliğinden ürettiği
anlamına gelmez! Aksine ailede bu yoğun bir ataerkil
bölümlendirmenin neticesi olarak çoğunlukla kadınların payına
düşen, şiddet ve sömürüyle örülü bir bakım emeğini
gerektirirken, taraftar gruplarında da buna mukabil bir
duygulanımsal ve bilişsel etkinlikler kümesini gerektirir. Sermaye
bu alanların içine sızarak, etkinlik biçimlerini seçer,
kışkırtır, onları kendi diline yani eşdeğerlik rejimine
tercüme eder.
Örneklerimizin ötesine geçer ve daha soyut bir düzleme sıçrarsak,
kimlik ne kadar bir anlamlandırma (signification)
evreni sunan, gösterenin (signifier) merkezinde olduğu bir
oluşumsa, bireyselleştirme de o kadar şiddetin iki biçimi,
yani dışlama ve ayartı ile kışkırtılan anlamlandırma-sonrası
(postsignifying) bir süreçtir. Tablonun bir yanında, insan
çokluklarının rasyonel insan, cogito, "yaşam tarzı sahibi"
vb. olarak ayartılarak bireyleştikleri öznelleştirmeler vardır.
Bunu Bin Yayla'nın "Çeşitli Gösterge Rejimleri
Üzerine" yaylasına başvurarak açmak faydalı olabilir:
Önemli olan şey, anlamlandırma-sonrası tutkulu çizgiyi bir öznelleştirme ya da tabi kılma çizgisi yapan şey, kuruluştur, iki öznenin üst üste binmesidir, birinin diğerine, sözcelem öznesinin ifade (statement) öznesine geri tepmesidir (dilbilimciler bunu, "sözceleme sürecinin ifadeye sokulmasından" bahsettikleri zaman tanımış olurlar). Gösterme sözcelemin tözünde tekbiçimliliğe sebep oluyordu; şimdi öznellik, kolektif ya da tikel olsun, bir bireyselleşme meydana getirir. Töz özne haline gelir, dedikleri gibi. (...) Artık bir aşkın iktidar merkezine dahi ihtiyaç yoktur; bunun yerine iktidar içkindir ve "gerçekle" içe içe girer, normalleştirme boyunca işler. (...) Bu, tanzim eden-öznenin gösteren despotu yerinden etmesinin paradoksudur: baskın gerçekliğin ifadelerine ne kadar boyun eğerseniz, zihinsel gerçekliğin sözcelem öznesi olarak o kadar komutada olursunuz, zira nihayetinde yalnızca kendinize boyun eğiyorsunuzdur! Komutadaki, rasyonel bir varlık olarak kapasitenizin komutasındaki sizsinizdir. Yeni bir kölelik biçimi icat edilmiştir, yani, kendine ya da saf "akla", Cogitoya köle olma. (Deleuze & Guattari, A Thousand Plateaus, 150, 151)
Bu pasajdan ne anlamalıyız? Bireyselleştirme olarak
öznelleştirmenin daima bir boyun eğişe doğru yönlendiğini
mi? Özellikle kimliğin anlamlandırma evreninin "despotik"
ve öznelleştirmenin tutkulu, anlamlandırma-sonrası evreninin ise
"otoriter" olarak tanımlandığı (152) göz önüne
alınırsa sanki öyleymiş gibidir. Bu düğümü çözmek için
öncelikle kapitalist tarzda öznelleştirmenin çağdaş biçimi
olan "yaşam tarzlarına" dair "kışkırtma"
meselesini ele alalım.
Doğrusu yaşam tarzı mefhumu daima zorunlu olarak egemen
kimlik/öznellik biçimlerini kapsamaktan daha fazlasını içerir.
Yani bunlar sermayenin doğrudan alanı içinde oldukları oranda en
azından çok farklı düzeylerden, şiddet biçimlerinden geçen
uysallaştırma devreleri sunarlar. Bunun nedeni "yaşam
tarzlarının" "gösterge-değeri" ile sarmalanmış
olmasıdır. Gösterge-değeri, ister cisimsel ister cisimsiz
olsun bir metanın üzerine yapışan; yeni ve bu defa Marx'ın
çözümlediği kullanım değerinden kısmen ayrılan,
mübadele-değerini de tayin eden libidinal bir değerdir. Burada
libidinalden kastım, gösterge-değerinin bir şeyi (gezi,
kahve, şu veya bu mekânda eğlenmek vb.) arzulanır kılan ayartıcı
bir sözcelem düzenlemesi içinde vuku bulmasıdır: yani
öznelleştirmeninki. Şöyle ki, herhangi bir kahveyi tüketmek gibi
genel olarak damak tadına gönderen bir düzey (kullanım değeri)
ile onu bir markanın/kahvecinin kahvesini tükettiğini
göstermek, orada olmaktan alınan haz/zevk olarak
Veblen'in işaret ettiği "gösterişçi tüketime" giren
bir düzey arasındaki göreli ayrım ortadan kalkmıştır.
Gösterişçi tüketim artık basitçe "üretken olmayan
tüketim" olarak yaftalanamaz zira, bizatihi gösterişçi
tüketim, yani gösterge-değerinin tüketimi bir öznelliğin
üretimi (yani belli bir yaşam tarzının tutkulu benimsenmesi)
olarak gerçekleşir. Sermayenin duygulanımsal ve bilişsel emek
sektörlerine, hatta daha geniş bir anlamda bu sahadaki
yeniden-üretim etkinliklerine yönelik büyük oranda borç biçimi
altındaki finansal ve çitleyici saldırısının anlamını burada
bulabiliriz. Sosyal medya ve yoğun dijitalleşme çağında gidilen
mekânlar (mekânsal erişim), yenilen ve içilenler (gıda erişimi),
bizatihi insani yakınlıklar (sosyal gruplara dahiliyet) vb. hızla
gösterge-değerine tercüme olunur. Sermaye bunları reklamcılık,
sosyal medya yönetimi vs. gibi uzman etkinlikleri altında
ücretlendirilmiş maddi olmayan emek üreticilerinin işe
koşulmasının etkisiyle olduğu kadar; borç, "gönüllü"
veya "kullanıcı emeği" vs. gibi mekanizmalarla,
ücretlendirmek bir yana değersizleştirerek, bir şiddet devresi ve
yeni bir sömürgeleştirme/çitleme (Büyük Veri -Big Data-)
hareketi içinde durmaksızın ele geçirir ve yönlendirir. Orta
sınıf, beyaz, "damak tadı yüksek", "kaliteli"
bir yaşam tarzına sahip olduğunuzu göstermek için, giyim,
beslenme, eğlenme "tercihlerinizi" sürekli olarak imgeler
olarak dolaşıma sokmak, fakat öncelikle o imgeyi üretebilmek
adına sermayeden aldığınız payı (bu bazen ücret, çoğu zaman
borçtur: kredi kartı) bu yaşam tarzına gönderen
gösterge-değerini taşıyan metalara (giysiler, yemekler, kafeler,
barlar) yatırmak zorundasınız. Bu, en azından "gelir"
bazında -örneğin orta sınıf- bir yaşam tarzına erişimi
olmamakla beraber bizzat böyle bir erişimi varmışçasına imgeler
üreterek bunu bir sınıf atlama, ayrım stratejisi haline
getiren alt sınıflardan beyaz yakalılar için şiddetli bir
borçlanma devresi olarak vuku bulur. Fakat sermaye, sömürgeci ve
cinsiyete dayalı dışlama biçimleri açısından da farklı
öznelleşme tertipleri içinde, değişik şiddetler ve borçlanma
biçimleri teşkil edebilir.
Öznelleştirici düzenlemeler yaşam tarzıyla sınırlı değildir.
Ve yaşam tarzları da gösterge-değerleriyle... Zira her "bireysel
yaşam tarzı", o yaşam tarzını paylaşan kimlik oluşumları
olarak sosyal gruplara ve daha katı bölümlemelere işaret eden
toplumsal ayrımlara tekabül edecektir. Bir yaşam tarzı paketi
olarak şu takımın taraftarlığının, aynı zamanda taraftar
grubuna göndermesi ve bir diğer yandan da erkeklik olarak katı bir
cinsiyete dayalı bölümlenişe oturması gibi. Bütün bunlar bu
tarz analizlerin daima pragmatik bir bakış açısından, yani
ampirik ve sorunsallaştırıcı bir bakış açısından yapılması
gerektiğini ve önden koyutlanacak hiçbir çerçevenin olmadığını
gösterir. Yani elde kimlik gibi çoğun çok geniş bir anlamlar ve
işlevler kümesini kapsayan bir mefhumla yola çıkıldığında,
öznelleştirme ve dahi özneleşmenin farklı çizgileri, despotik
bir anlamlandırma evreni olarak kimliğin bizatihi daha despotik
oluşumuyla karışıverir. Hepsini tek bir kimlik terimi altında
düşünmenin tehlikesi, toplumsal saha boyunca yayılan farklı
pratik, ilişki ve zuhur eden nitelikleri, yani bizzat farklı
türdeki nesneleri birbirine karıştırmaktır.
Ama bu yolda daha fazla ilerlemeden, öznelleştirmenin her türünün
mü kaçınılmaz olarak boyun eğişle ilişkili olduğuna dair
sorunumuza dönelim. Evet, kimlik olarak öznellik despotik ve evet
tutkulu öznelleştirme süreci ve bireyselleşme de otoriterdir.
Ancak, yine ve daha başka bir bakış açısından yaşam-tarzı
olmaya veya basitçe yok olmaya direnen bir topluluğun kimliği ve
onun ufkunda ortaya çıkan tutkulu bir öznelleşme, ardından çok
sayıda yeni özneleşme olanaklarını ve onların sadece
virtüelliğini değil, edimselliğini de saklıyor olabilir. En
basit örneğiyle bir grev daima "işçi kimliğinin"
sermaye ile bir çıkar grubu olarak karşı karşıya geldiği, hem
kapitalizmin ürünü olan şiddetli bir sınıflaştırmanın
neticesi olan bir sınıf kimliğine gönderen, hem de mücadele
açısından o kimliğin tutkulu bir öznelleşmesini ("sınıf
bilinci") gerektiren bir mücadeledir. Lâkin sadece bir ahmak,
bir grevin tamamıyla yararsız olduğunu söylemeye cüret edebilir!
Zira bir grev, salt ücret mücadelesini kapsasa bile mücadelenin
içinde çok sayıda sınıf-ötesi, sınıf-karşıtı özneleşme
olanaklarını barındırır ve dahası bunları uygun şartlarda
doğrudan yürürlüğe koyar. Grev, fabrikanın mekânı kadar
şirketin küresel veya yerel uzamındaki farklı fabrika, işyeri ve
coğrafi koordinatlarla, o koordinatlar kadar bizatihi işyerinde
konumlanmış farklı sosyal gruplarla ve öznelerle çok sayıda
karşılaşmanın harlamasına yol açar. Bir grev vuku bulduğu anda
cinsiyet bölümlemeleri, etnik bölümlemeler, ayrıcalıklar,
baskılar vb. müzakereye açılır veya bunun ihtimali doğar. İşte
bu müzakere süreçleri her tür anlamlandırmaya karşı
olan, ne kapalı bir anlamlandırma evreni olarak kimliğe, ne yaşam
tarzı ya da öznelleştirme olarak gösterge-değerine göndermeyen,
ancak yeni bir olanaklılık evreninin, yeni bir gerçekliğin
yaratılması olarak, bizatihi kolektif koşulların müzakeresi ve
bu koşullar üzerindeki denetimin ele geçirilmesi olarak
özneleşmelere yol açabilirler. Etnik milliyetçilik olarak
sömürgeleştirme karşıtı hareketler kadar, en "kimlikçi"
biçimiyle "kadın hareketi" olarak kavrandıklarında bile
azınlık hareketlerinin -kederi, acıyı, fedakarlığı dışlamayan-
neşeli potansiyelleri buradan ileri gelir. Ki bu hareketlere
dair kavrayışın zaaflı olma ihtimali, yani hareketlerin
gerçekliğiyle temasın eksikliği daha yüksek bir ihtimaldir
daima. Egemen bir konumdan bakıldığında, bilhassa evrenselcilik
içinde yalnızca cinsiyetsizleştirilmiş, etnik olarak arındırılmış
erkekbeyazinsan olarak konuşmaya izin verildiği düşünülürse,
her tür "kendi adına konuşan" hareket ister istemez
"kimlikçi", "yerel" ve "bölgeci,
milliyetçi" vb. damgasını yiyecektir. Bu tarz hareketlerin
değerlendirilmesi ve analizi o hareketin parçası olmayı
gerektirir ve parçası olamıyorsak payımıza ilk düşen şeyin
ihtiyat, ikincisinin ise "başkasının adına konuşmama"
etiği olduğunu hatırlamak gerekir.
Dolayısıyla özneleşme ne kimliğin ne de öznelleştirmenin
diyagramını takip eder. Birincisi ne kadar gösterene, ikincisi ne
kadar "ifade öznesi benin, sözcelem öznesi ile katlanmasına"
dayanıyorsa, özneleşme veya öznesizleşme -yani kendine/kendi
imgesine özdeş bir öznellik tertibinin reddi- daima kolektif bir
sözcelem düzenlemesine ve etkin bir kaçış çizgisine dayanır.
İlk iki tip öznellik üretimi, görece kökensel bir
yersizyurdsuzlaştırmadan hareket eden yeniden-yerliyurdlulaştırıcı
tipteki hareketlerdir. Fakat sadece üçüncüsü kaçış çizgisini
sonuna kadar götürür veya sadece onda kaçış çizgisi olumlu
olduğu kadar mutlak olur: kimlikte olumsuz, öznelleştirmede olumlu
ve fakat kendi karadeliğinde sona eren, oysa özneleşme sürecinde
olumlu ve dışarıya açılan bir kaçış çizgisi söz konusudur.
Bu kaçış çizgisi, bu açıdan ifade tarafında bir kodsuzlaştırma
hareketine de bağlıdır. Her tür semiyotik kod veya aksiyom
parçalanır, sorunsallaştırılır ve kolektif bir müzakereye
açılır. Son adımı yukarıda "kolektif" kelimesine
verdiğimiz anlamla biraz daha açalım.
Kolektif müzakere sadece insan-insan ilişkilerinin, insanlar-arası
katı bölümlemeler kadar, yumuşak olanları da (yaşam tarzıyla
ilişkili grupçukları) ihlal eden bir demokratikleştirme süreci
değildir. Aynı zamanda insan-olmayan canlı ve cansızları da
kapsayan, onların eyleyenliğini de açığa çıkartan/duyulur
kılan, insan ve insan-olmayanlar arası bir müzakeredir. Sadece
toplumsal hareketlerin son çevriminde görülen iletişim
teknolojilerinin kullanımını veya Yunanistan'da anarşistlerin göz
bebeği olup, faşistler tarafından katledilen Yoldaş Loukanikos'u
hatırlayın. Elbette Loukanikos'un bir simge olma durumu da söz
konusuydu ama o aslında insan-hayvan ilişkisinin siyasal bir
ortaklık olarak özneleşmesinin bir simgesiydi. Faşist güruhun
onu hedef almasında moral bozma amacı kadar, bu olanaktan duyulan
korkunun da iş başında olmadığını kim söyleyebilir?
Bu tarz müzakereler kuşkusuz Donna Haraway'in "Siborg
Manifestosu" ve "Yoldaş Türler Manifestosu"nun
önemli temalarıdır. Bir yandan teknolojik aygıt ve olanaklar
kadar diğer canlılar da kendi sınırlı varlığımızı ve her an
kendi üzerine kapanma tehdidi altındaki öznelliğimizi dışarıya
açan, deney yapma ve dönüşme, yani özneleşme olanakları
sağlarlar. Ya da daha doğrusu özneleşme öncelikle bu
bileşenlerin kolektif zemininin açık ve demokratik bir müzakere
halinde kurulmasıdır. Fakat diğer yandan da, biz insanlar diğer
canlılar ve cansızlar arasında başka türde protezler, tercüme
aygıtları, hatta üreme organları vb. olarak işleriz. Burada
mesele tamamen bakış açısıyla ilgilidir. Yalnızca yeni canlı
türlerinin yaratımında evrimsel bir seçilim kuvveti olmakla
kalmayız, aynı zamanda bilgisayarlar vb. gibi teknik makinelerin
üretiminde cinsel bir seçilim kuvveti ve viral bir mutasyon
işlemcisi de oluruz. Yani teknik makinelerin ötesinde, toplumsal
makineler düzeyinde işleyen bir makinesel cinsellik de vardır ve
bu cinsellik açısından insan bileşenlerin işlevleri son derece
çeşitlidir. Makinesel bir seçilim süreci, insan ve insan-olmayan
düzenlemelerin kurulumunu, tutarlılık kazanmasını ve farklı
canlı ile cansız bileşenlerin düzenlemelere seçilimini kapsar.
Bu seçilim içerisinde teknik makinelerin evrimi ve üremesi de
insan unsurların üzerinden ve insan unsurların evrimi ile
öznelliklerinin üretimi de insan-olmayanların üzerinde geçer.
Tabii ki de bu karşılıklılığı verili saymamalı, her durumda
var olup olmadığını, varsa nasıl işlediğini sormalıyız.
Öznelliğin Üretiminin Soyut Makinesi veya Diyagramı
Dolayısıyla bu somut işleyişlerin analizi ve ayırt edilmesi
"sahada" olmayı gerektirir. Soyut makinenin/diyagramın
bir anlamlandırma evreni olarak "bir dünya" üretecek
şekilde mi işlediği, yoksa tutkulu bir öznelleştirmeye açılan
bir yaşam tarzının bireyselleştirilmiş bir mülk edinimine mi
gönderdiği ya da hepsinin ötesinde bir kaçış çizgisini takip
ederek açık bir müzakere ve kolektif bir deney yapma süreci
olarak özneleşmeye mi açıldığını sormak gerekecektir.
Kimlikte katı olarak bölümlenmiş "bir dünyaları",
öznelleştirmede uysallaştırılmış "yaşam tarzlarını"
ve nihayet özneleşmede açık uçlu kolektif müzakere ve
sorunsallaştırmaları bulabiliriz. Dahası bu üçü farklı
süreçleri takip ederek iç içe geçebilirler veya ayrışabilirler.
Biz ve öteki arasında büyük ve katı bölümlemeler tertip eden
kimlikler, çoğunlukla üyelerinden tutkulu bir
bireysel bağlılık da bekler veya tersinden bir bireyselleşme
olarak başlayan bir öznelleşme hareketi bir kimliğin oluşumuna
yol açabilir. Bu süreçler farklı süreçler olmakla birlikte
çoğun üst üste de binerler. Fakat analitik ve politik
dikkatin ilk ikisine daima üçüncüsünün nazarında odaklanması
gerekecektir. En azından bu politika eşitlikçi ve özgürlükçü
bir zemindeyse. Zira sadece sosyal bilimlerde değil,
Marksist-Anarşist vb. perspektiflerde de gözden kolayca kaçabilen
şey, özneleşmenin kaçış çizgilerinin bizzat kendisidir. Bu
yüzden kimlik teriminin kendisini şeyleşmiş bir kategori ve
zihinsel bir çerçeve, bir gestalt olarak dayatması
konusunda dikkatli olmalıyız.
Analizin özgürleşmeci olanakları görememesi çoğu zaman
analistin kendini aşkın bir özne olarak konumlandırmasıyla ilişkilidir.
Bununla hem pratikte "gerçek hareketin" dışında olma
halini, hem de bilen öznenin evrensellik iddiasını düşünüyorum.
Zira ikisinin birbirinden hiç de bağımsız olmadığı aşikardır.
Eğer bu tuzaklardan sakınmak istiyorsak analizin, analist özne-ben
ile analizan-diğer benler arasında bölünmesini engelleyecek
önlemler alınması gerekir. Bunun bir yanı refleksiyonu,
yani analistin kendini, konumunu ve ilişki tarzını
sorunsallaştırmasını, bir yanı da dahiliyeti veya
ihtiyat ile başkaları adına konuşmama etiğini
gerektirir. Bir gerçek hareketin soyut makinesine ya da diyagramına
erişme çabasının amacının, yeni olanakların keşfi ve bizzat
bu keşfin aslen bir özneleşme deneyimi olduğunu unutmamalıyız.
Bu deneyim, yani soyut makine/diyagramın tüketilemez de olsa
analizi çabası, o halde hem makinesel düzenlemelere (insan ile
insan-olmayanların kümelendirilme tarzlarına) hem de sözcelem
düzenlemelerine (gösterge rejimlerine) etkin bir dikkati şart
koşar. Nihayet öznelliğin üretimi dediğimiz şey, tam da bu iki
düzenlemenin gerçek koşullarının zemininde zuhur eder ve o
gerçek koşullar-ilişkiler de bizim soyut makine/diyagramımızdan
başka bir şey değildir.
Bared, Karen (2007). Meeting the Universe Halfway: Quantum Physics
and the Entanglement of Matter and Meaning. Durham: Duke
University Press.
Bennett, Jane (2010). Vibrant Matter: A Political Ecology of
Things. Durham: Duke University Press.
Deleuze, Gilles & Guattari, Félix (2014). A Thousand
Plateaus. (Çeviren: Brian Massumi). London: Bloomsburry.
Haraway, Donna (2010). Başka Yer.
(Çeviren: Güçsal Pusar). İstanbul: Metis Yayınları.
Harman, Graham (2017). Object-Oriented Ontology: New Theory of
Everyting. Pelican Books.
Latour, Bruno (2008). Biz Hiç Modern Olmadık. (Çeviren:
İnci Uysal). İstanbul: Norgunk Yayınları.
Ranciere, Jacques (2006). Uyuşmazlık: Politika ve Felsefe.
(Çeviren: Hakkı Ünler). İzmir: Ara-lık Yayınları.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder