“Tanrı bile kötülük ilkesiyle anlaşmayı seçti.”
Jean Baudrillard
Uzunca bir
müddet ulus-devletlerde somutlanan bir modernite fikriyle ona karşıt bir
estetik modernizm fikrine yaslanan avangardın ikili kıskacına sıkışmış olan
imgenin politiği, 70’ler sonrası dönemde önemli bir değişime uğramıştır. Bilhassa sinemada propagandatif bir
kitle iletişim aracı olmanın ötesine geçerek yaratılması beklenen yeni
ufukların nöro-plastiğini taşımaya başlayan imgenin içkin politiği, tüm diğer
sanat dallarında da mümkün başka dünyalara özgü varoluşsal olanakları
billurlaştırmaya yönelmiş gibidir.
Sinema, imgenin vahşi yeğinliğinde saklı bir uzlaşımsızlık
noktasını muhafaza ederek eksikliği duyulan
bir devrimci makinenin görevini üstlenmektedir. Bu görev, klişenin ve doxanın uyuşturucu etkisine karşı bir
uyaran etkisi oluşturarak öznelliğin oto-poietik ilkesini yeniden canlandırmak
yani sağduyu (common sense) ve aklıselim (good sense) gibi aptallık
sendromlarından muzdarip varoluşu sismik bir sahada gerçek problemlerle
(paradoks) yalnız bırakmak anlamına gelir. Çünkü imgelem yetisi, kolektif psişe
düzeyinde işleyen bir makineselliğin kodunu çözmeye dayanan bir
yersizyurdsuzlaştırma süreci tertipleyerek şimdiye dek belirli bir
organizasyona ya da katmana yerliyurdlu karakterini kazandıran her türden
semiyotik bileşeni metruk bir uzama açmak suretiyle yeni bileşimlere
yönlendirir. Bu durum hiç şüphesiz doğrudan felsefi ve etik tartışmalara
dayanan bir devrimci paradigma değişiminden izole edilerek düşünülemez.
Anti-Gestus’a
Doğru
Bilinç
metafiziğinden beden ontolojisine atladığını söyleyebileceğimiz devrimci
paradigma için anlatının içinde barındırdığı ajitatif unsurların kudreti,
bilinç taşıma kaygısına göre kodlanmaktan kurtarılmış ve bunun yerine doğrudan
bilinçdışı süreçlerde bir tepkime yaratmaya yönelmiştir. Öznellikle mümkün
başka dünyalar arasındaki bu tepkimenin katalizörü ise hiç şüphesiz imgedir.
İmge -ilk kez Henri Bergson’un açıkça söyleme cesaretine sahip olduğu üzere-
dolaysızca maddidir. Çünkü imge,
virtüel olanaklılık evrenlerinde saklı sayısız farkın ıraksanmamış bir
bileşkesidir. Herkesin ondan farklı bir duyumsama çıkarması da işte bu
sebeptendir. Maddilik, edimsel şimdinin farkın dışlayıcı ayrıştırıcı bir
sentezine bağlı kalarak mümkün dünyaları birbirinden ıraksayan yönelimine karşı
sayısız virtüel olanağın imkanını içinde taşıyan imgeye özgüdür. Çünkü mümkün başka dünyalara özgü
olanakları cezbetmeyi başarmış gerçek bir imge verili hiçbir kategoriyle
ilişkisi olmayan bütünüyle yeğin bir tekilleşme sürecinin dinamosudur. O uzlaşımsız bir içsel fark vektörüdür.
Ancak imgelem yetisini zapturapt altına alan temsiliyet oluşumları her daim
içsel farkın belirli bir edimselleşmesini dondurmak suretiyle farkı mevcut
edimselliğin katmanın çeperlerine kapatarak dışsallaştırır. Mümkün dünyalar
arasındaki bir ıraksama biçimini muhafaza eder. Sağduyu ve aklıselimin
galibiyeti mevcut dünyanın edimselliğine yazgısal bir atmosfer atfeder. Yani
sağduyu ve aklıselim için her zaman her yerde geçerli olmak üzere başka türlüsü güçtür. İşte sinemanın
yeniden uyandırdığı imgelem yetisi, katmanın verili biçimlenişini korumaya
dönük bu paranoyasını mevcut dünyaya virtüel olarak kayıtlı mümkün başka
dünyaların içkinliğinde bulabileceğimiz bir titrekliği psişik düzeyde
resmetmeyi başararak paramparça eder. İmgenin bu karar-verilemezliği, kolektif
psişede mümkün başka dünyaları edimselleştirme yönünde halüsinatif bir yeti için
itici güç olur. Bu yeti, toplumsal ve moleküler olduğu kadar jeolojik olanı da
kapsayan soyut makinenin farklı bir makineselliğe kavuşturulması ya da bir
başka deyişle öznellik düzeyinde
gerçeklik ilkesinden kurtarılan gerçeğin haz ilkesine de yakalanmaksızın arzu
düzenlemeleri oluşturmaya başlamasıdır. Çünkü gerçek, Deleuze ve Guattari’nin
sıklıkla hatırlattığı gibi imkansız değil, arzunun plastik ilkesine bağlı
olduğundan son raddede yapaydır. Sağduyu
ve aklıselimle mevcut edimselliği koruma yönünde durağanlaştırılmış dünyanın
bize kötü bir filmi anıştırırken sinemanın mümkün başka dünyaları cezbetmesi bu
sebeptendir. Deleuze’ün sinemanın dünyaya inanmanın bir biçimi olduğunu
söylediğinde kastettiği şey, imgenin sağduyu ve aklıselime karşı potansiyelinde
mümkün başka dünyaları taşıyan bir içsel fark vektörü olmasıdır. İçsel farka
özgü uzlaşımsızlık, imgelem yetisini kıpırdatarak antropomorfik-kültürel katmana
özgü sağduyunun ketleyici etkisiniaskıya alır. Çünkü imgede bir insan-dışı oluş
biçimi saklıdır. Nietzsche’den beri bildiğimiz üzere yaratım, insanın
aşılmasıdır. Dolayısıyla imgenin duygulandırıcı işlevini insana özgü korku,
nefret, mutluluk, umut ve umutsuzluktan ayrı tutmak gerekir. İmge, henüz
duyumsanmamış olanı taşır henüz edimselleşmemiş mümkün bütün dünyaları kendi
titrekliğinde sarmalar. Duygu öznenin içinde değil, özne duygunun içindedir.
İmge şimdiye dek duyumsanmamış olanı duyumsatacak şekilde özneyi sarmalayarak
bütünüyle psikedelik bir etki oluşturur.
İmgeye
özgü duygulandırma doğrudan kolektif bir yatırım sahasına açık olduğunu
söyleyebileceğimiz nöro-plastisitenin bedenlerin arasından geçen uzamındaki
atıl kalmış mıntıkaları uyandırmak suretiyle aşkınsal alana dair her türden
idealizmin ötesine geçerek olanaklı bir deneyim değil, gerçek bir deneyim tertipler. Yani imgenin bilinçle ve bilinçte
billurlaşmış olan batı metafiziğinin üstü-kapalı ön-varsayımlarıyla işi yoktur.
Bu önermenin politik sinema için ifade ettiği şey, politik özneleşme arzusu
uyandıracak ajitatif unsurların bilinç taşımaya dayalı, ve çoğunlukla insanın
edilginliğini kutsamasına yarayan umut ve benzeri duygularla işleyen bir gestusla çalışamayacağıdır. Politik
sinemanın gestustan arındırılması, ajitatif unsurların bilinçdışı süreçlere
uyaran etkisi bırakmasını sağlamaya çalışmak demektir. Çünkü sinemanın dünyaya
inandırma işlemi yalnızca basitçe imgelem yetisini uyandırmakla ilişkili değildir.
Politik sinema bunu bazen beklenen bir devrimci makineye özgü imgelem yetisinin
eksikliğini radikal bir şekilde gözler önüne sererek de başarabilir. Anti-Gestus diyebileceğimiz bu tarzın
karakteristiği, bir kaçış çizgisi çekmenin yani yaratmanın yalnızca mevcut
koşulların içinden çıkılamaz giriftliğini bütün yakıcılığıyla hissetmekten
geçtiğini duyumsatmasıdır. Çünkü yaratmak Deleuze ve Guattari’nin sıklıkla
altını çizdiği gibi imkansızlıklar içinde bir imkan yaratmaktır. Yaratım mevcut
koşulların hoş görülemezliğinin öznellik için bir hayat memat meselesine
dönüştüğü yerde gerçekleşebilir. Bu sebepten anti-gestus olarak
tanımlayabileceğimiz politik sinemanın, toplumsal soyut makinenin kolektif
psişe üzerinde bıraktığı köreltici etkiyi radikal bir şekilde izleyiciye
hissettirerek öznelliğin oto-poietik ilkesini uyandırmak gibi bir hedefi olduğu
söylenebilir. Yani anti-gestus tarzı politik sinema duyumsanabilir olmasına
rağmen duyumsayamadığımızı, görülebilir olmasına rağmen göremediğimizi ya da
hoş görülemez olmasına rağmen hoş gördüğümüzü bize göstererek öznelliğin yeni
bir duyumsama yaratmanın zaruretini hissetmesini sağlamayı amaçlar. Bu
bütünüyle psişik bir işleyişe sahip bir sinemadır. Bertolt Brecht’ten bu yana
bilhassa tiyatroda karşımıza çıksa da sinemada da oldukça etkili olan gestus’un
sorunu bizce toplumsal sınıfların ve kimliklerin üstü-kapalı ön-varsayımlarını tersyüz
etmek amacıyla olsa bile olumlayan bir ajitasyonun bilinçdışı düzleminde
devrimci bir etki yaratmasının imkansız olmasıdır. Çünkü devrimci politikanın
amacı, mevcut toplumsal kimlik ve sınıfların çıkarlarına özgü bir çelişkiyi
radikalleştirmek değil, mevcut kimlik ve sınıfların gayri-meşruluğuna yazgısal
bir karakter atfeden toplumsal soyut makinenin işleyişini hemen şimdi ve burada
bir kimliksizleşme ve sınıfsızlaşma süreci tetikleyecek şekilde farklı halüsine
ederek yeni bir ortaklık zemini oluşturmaktır. Gestus mevcut toplumsal
konumları yerle bir etmeyi planlayan bir jest olsa dahi mevcut konumunu
bilinçdışı düzeyinde olumlar. Bu bilinçdışının gayri-meşru bir kullanımıdır.
Halbuki bilinçdışı ivedilikle oluşturulması gereken mümkün başka ilişkisellik
tarzlarını billurlaştıran bir toplumsal uzama yönelmelidir. Çünkü bilinçdışı
sanılanın aksine kökensel bir ket vurma işlemine yanıt arayan nevrotik bir
krizin kapalı gönderim evreni değil, doğrudan toplumsal soyut makineye özgü bir
ilişkisellik sahasının kendisidir. O her eylemin ardında üstü kapalı
ön-varsayımlar düzeyinde işleyen ve özneyi manipüle eden iktidarın
mikrofiziğidir.
Sigmund
Freud’un Haz İlkesi eserinde bilinç-öncesi varsayımlar olarak
isimlendirdiği Deleuze ve Guattari’nin de Anti-Ödipus
eseri boyunca bağlamını farklandırarak kullandığı kavramsallaştırma, öznelliğin
soyut makine içindeki konumunun (kimliğinin) doğrudan toplumsal edimde
belirleyici bir varsayım olarak işlemesi anlamına gelir. Dolayısıyla bilinç-öncesi
varsayımlardan yola çıkan toplumsal bir edim yalnızca talep-çıkar siyasetine
hizmet eder. Soyut makinedeki konumlandırmanın gayri-meşruluğunu kabul edip içselleştirerek
yola çıkan bir edimin devrimci bir etkiye sahip olması mümkün değildir. Çünkü devrimci
bir politika kölelerin efendilerine duyduğu çıkarsız aşka benzer bir şekilde
devrime ve dünyaya çıkarsız bir aşk beslememizi sağlamalıdır. Deleuze ve Guattari’nin
belirttiği gibi “çıkarsız bir aşk: işte
bu makine olağanüstüdür”. Bu sebepten gerçek bir psişik etkiye sahip olan
politik sinema anti-gestus olmalıdır. Çünkü gerçekten eyleyen bir öznellik
biçimi bilince yönelik bir ajitasyon süreci tertiplemekle ilgilenmez, o
yalnızca eylemek suretiyle doğrudan psişik diyebileceğimiz bir ajitatif etki
bırakır. Dolayısıyla anti-gestus tarzı politik sinema ajitasyonu bilinç-öncesi
kapalı ön-varsayımlar içinde fetişleştiren gestusa karşı bir öneridir. Anti-gestus
önerisi, bilinçdışını ödipal temsil içinde fetişleştiren psikanalize,
semiyotikleştirme biçimlerinin çoğulluğunu gösterende fetişleştiren
yapısalcılığa ya da zenginliği mülkiyet içinde fetiş haline getiren
ekonomi-politiğe karşı yürütülen materyalist bir savaşın sinemadaki
izdüşümüdür. Yani anti-gestus, sinemaya yönelik şizoanalitik bir girişimdir.
Yakın
dönem Türkiye sinemasında anti-gestus türüne verilebilecek iki örneğin Takva (Yön: Özer Kızıltan, Sen: Önder
Çakar, 2005) ve Abluka (Yön, Sen: Emin Alper) olduğunu
söyleyebiliriz. Elbette örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak bu deneme yalnızca
Takva’nın semiyotiklerini ele almak
suretiyle anti-gestus’un karakteristiğini gözler önüne sermeyi planlıyor. Yine
de öncelikle Takva’nın İslam,
öznellik ve kapitalizm üçlüsü arasındaki soyut makinede tespit ettiği
ilişkiselliğin neliğini gözler önüne serecek bir kavramsal haritaya ihtiyacımız
var.
Neo-arkaizmler
ve Sermaye
Tarihin
ufkunda beliren ilk büyük
yersizyurdsuzlaşma hareketi, ilkel yerliyurdlu makinenin kısmi bir düzeyde
olsa da çağrışımsal bir köksapsal örgütlenme olan kamp alanı dahilinde özgür bıraktığı
arzu akımlarını bir despotun bedeninde yerliyurdlulaştırmak üzere gerçekleşen
kökensel darbe (Urstaat) hareketidir.
Devlet sanılanın aksine toplumsal örgütlenmenin doğal bir sonucu değildir.
Devlet, doğrudan silahlanmış bir organizasyonun toplumsal sahadaki tüm
semiyotik bileşenleri kendinde yerliyurdlu kılmak üzere kamptan
yersizyurdsuzlaştırdığı bir darbeyle ortaya çıkmıştır. Jeste, ritüele ve
grafizme dayanan ilkel yerliyurdlu oluşumdaki sembolik semiyotikler darbe hareketinin yeryüzünü mistifiye eden
şiddetiyle üst-kodlanır. Önceden kendini ete kendini kazıyan grafizm, despotun
dolaysız hısmı olduğu iddia edilen Tanrısal-uhrevi bir sesle üst-kodlanmıştır.
Yazının yani gösteren semiyotiklerin doğuşu, imgesel düzeyde gerçekleşerek bu
düzeyi bastırmak suretiyle uhrevi bir psikosfer (simgesel) oluşturan kozmik metafor
operasyonuna özgü darbeye (Urstaat) kayıtlıdır. Bu darbenin bir diğer
karakteristiği artık grafizmin ritüelle bedene işlenmesinden bir artı-keyif çıkaran gözün izlemeyi
bırakıp okumaya başlayarak metinde
Tanrı’yı aramaya (hermeneutik) koyulmasıdır.
Yani despotun tüm toplumsal akışları vergiye bağlayan haraç işlemi durmaksızın
metinde göstereni tesis etmeye çalışan din adamının vesvesesiyle paraleldir.
Gösteren semiyotiklerin temel işlevinin, yatay bir şekilde dört bir yana
saçılan semiyotik bileşenleri –ya da arzunun yeğinliğini ne dersek diyelim-
dikey bir kodlamayla sabitlemekten başka bir esprisi yoktur.
Din, Tanrı
ile kul, dil, gösteren ile gösterilen, Devlet ise despot ile teba arasındaki ikili-tekanlamlılaştırıcı
metaforik üst-kodlamayla çalışır. Metafor,
darbedir. Göz, okumaya, beden secdeye, teba itaate çağrılır. Din ve dilin
doğuşunun devletin doğuşuna kayıtlı olması bu sebepten bir rastlantı değildir.
Üçü de gösteren semiyotiklerinin benimsediği metaforik üst-kodlamayla çalışan
bastırma operasyonlarıdır. Amaç, kendi hesabına çalışan toplumsal arzu
akımlarını yahut semiyotik bileşenleri aşkın bir dikeyin yeryüzüne eğilmesiyle
oluşan bir sarmalın yani mabedin dışa kapalı çeperlerinde gösteren hesabına
çalışan bir özdeşliğe mahkum etmektir. Gösterilen, sese dayalı bir olanaklar
yelpazesinden keyfi bir şekilde seçilmiş bir ses bloğuna dair bir grafizmle,
gösteren fetişine mahkum kılınan –bağlanan- semiyotik bileşenlerin gayri-meşru
kullanımının sonucu olan bir üretimdir. Yani gösteren olmaksızın bir gösterilen
yoktur. Çünkü şeylerin düzeni herhangi bir kodun mutlaklık iddiasına gülüp
geçer. Gösterilen, gayri-meşru aşkın kıstaslara göre bastırılan semiosis sürecine dair semiyo-politik sömürünün sonucudur.
Gösterenin üst-kodlama işlemi yalnızca dilde değil, insan topluluğunu
gayri-meşru bir kapiton noktasıyla (despotun bedeni) teba kılan devlete ve
bedenin erojen semiyotiklerini Tanrı’ya ibadetle olumsuzlayarak secde etmesini
bekleyen dine özgü süreçlerde de işler. Bu tarihsel safhanın toplumsal tözü
gösterendir. Ancak gösteren iktidar billurlaşmalarına özgü ontolojik yapıyı
tamamen yıkıp geçecek olan tarihin en
büyük yersizyurdsuzlaşma hareketi ufukta gözükmektedir: kapitalizm.
Kapitalizm,
despotik oluşumun paranoyakça bastırmaya çalıştığı topluma ve organizmaya özgü
katmansızlaşma eğilimini kucaklar. Semiyotik töz olduğunu söyleyebileceğimiz
arzunun kültürel bir kod artı-değeri
yerine bir akış artı-değeri
oluşturmasına izin veren yegane oluşumdur. Kapitalistik yersizyurdsuzlaşma[1]
tüm yerliyurdlu oluşumları yerinden ederek özgürleştirir. Ne var ki bu
yersizyurdsuzlaşma, yeni bir toplumsal töz olan sermayenin eşdeğerlik sistemine
göre gerçekleştirilir. Yani kapitalizmde yersizyurdsuzlaşma sürecinin uzamı,
her daim hareketi bir sınırın yeniden onaylanması anlamına getirecek olan
yeniden-yerliyurdlulaştırıcı (temelde mülkiyet) operasyonlarla örülüdür. Her
şey ama her şey serbesttir; ancak sadece yeterli paranız varsa. Sadece
nesnelerin değil, bedenlerin bile bir fiyatı vardır. Cebimizden çıkaracağımız
100 liranın bile doğrudan yürürlüğe sokacağı sermayeye özgü ayartma yasasıyla
birlikte her şeyin kolaylıkla fetişleştiğini görebiliriz. Her niteliksel arzu
akımı niceliksel bir eşdeğere dönüşür. Artık varlıktan önce para vardır! Paranız
yoksa varolmamışsınızdır bile. Gösterilenin kod çözümüyle gösterenden
arınması bu kez niceliksel bir eşdeğerliğin (para) gösterileni bir değere dair
fetiş-göstergeye dönüştürmesine sebep verir.
Kapitalizm
kendi iç sınırını durmaksızın yerinden edebilecek kadar mutlaktır. Çünkü
sermaye, makinenin yalnızca bozuldukça çalışacağını yani yeryurdun sıklıkla
yersizyurdsuzlaştıkça daha güçlü bir devre tertipleyeceğini bilir.
Yersizyurdsuzlaşmayı bastırmak yerine onu işlevselleştirmek daha akıllıcadır. Yönetimsellik fikrinin doğuşuna
kayıtlı olduğunu söyleyebileceğimiz Adam Smith’in görünmez el teorisi, serbest
kalmış akımların sermaye eşdeğerliğince ayartılarak oto-regülatif bir toplumsal
makine tertiplemesidir. Bu sebepten aksiyomatik kendini akımların
kod-çözümüne dayandırır. Ancak bu sebepten kapitalizmin bir dış sınırdan mahrum
olduğunu düşünmemek gerekir. Onun farkı bu dış sınırı her daim
yersizyurdsuzlaşma çizgilerini yeniden bağlayabilecek ya da açılan metruk uzamı
yeniden kapsayabilecek şekilde göreli
kılmasıdır. Çünkü her şeyin bir fiyatı olduğu gibi öznelliğinde kendi kendini
bastırmasına sebep olan arkaik korkularını destekleyen yapay yeryurdları
vardır. Para ve paranoyak yeryurdlar yeniden-yerliyurdlulaştırmanın psişik
düzeyde içselleştirilmesini kesinleştirir. Sermaye, yeryurda içkin yatay
yersizyurdsuzlaşma yasasına özgü süreçleri psişik düzeyde tertipleyen göstermeyen semiyotikleri toplumsal
uzama sürer (elektriksel akımlar, finans, para, semiyo-şizoid yatırım
çizgileri) ancak bunu her daim dikey üst-kodlama fikrinin artık birer parodisi
olduğunu söyleyebileceğimiz gösteren
semiyotiklerle yeniden-yerliyurdlulaştırır. Yani kapitalizm, fütürizm ve
arkaizm arasında bir salınıma sahiptir. Bunun kolektif psişe düzeyinde ifade
ettiği şey, kapitalizmin soyut
makinesinin şizofreni ve paranoya arasındaki bir devir-daimle işlediğidir.
Ancak yeni toplumsal töz sermaye olduğundan öncelik şizofrenik
yersizyurdsuzlaşmadadır. Paranoyayı billurlaştıran gösteren semiyotikler
sermayenin içkin şizofrenisini belli bir sınırda yerliyurdlulaştırmasına hizmet
eden aparatçiklerdir. Yani gösteren semiyotikler sermayenin aksiyomatiği
altında yalnızca bir parodiyi sergiler. Çünkü paranoyak kodlama ilişkilerini
gündeme getirdiklerinde bile bunu sermayenin faydasına gerçekleştirirler.
Sermayenin tözselleşmesi kendini tarihin harabeleri
üstüne inşa eder. Uhrevi savaş çoktan sona ermiş, dünyevi savaş başlamıştır. Sermayenin her türden yerliyurdlu
ontolojik yapıyı dümdüz eden aşındırıcı etkisinin ardından kendini uhrevi
üst-kodlamaya dayandıran hiçbir kimliğin ya da inancın hakikati kalmaz. Bütün
arkaizmlerin tıpkı Edgar Morin’in belirttiği gibi neo-arkaizmlere dönüştüğü
söylenebilir. Çünkü gösteren kendi hesabına çalışmayı bırakıp sermayenin emrine
geçmiştir. Yani gösteren yalnızca bir
parodi, arkaizmlerse olsa olsa neo-arkaizmlerdir. Tözselliği sorgulanamaz tek
şey sermayedir. Bu sebepten kapitalizm
sinizmin yani eskiye oranla çok daha güçlü bir emri gündeme getiren sofu bir dindarlığın çağıdır. Çünkü
artık öznellik hiçbir şeye inanmazken
dahi paraya inanmaktadır. Kapitalizm öznelliğin yalnızca toplumsal kabul
edilebilirliğin ölçütlerine uyum göstermesini değil, aynı zamanda değerin
fetişleştiği ilişik olma tarzlarından keyif almasını zorunlu hale getirir. Bu
çok daha güçlü bir emirdir. Herkes kendi neo-arkaik yeryurdunda istediğine
inanmakta özgürdür. Çünkü öznenin neye inandığından bağımsız bir şekilde her şey her zaman para için, para sayesinde
ve yalnızca parayla mümkün olduğundan aslında yalnızca sermayeye tapınılmaktadır.
Yersizyurdsuzlaşmanın para eşdeğerliğine endekslenmiş
yeniden-yerliyurdlulaştırıcı işleyişini içselleştirmiş bir toplumsal öznelliğin
neye inandığının bir önemi daha kötüsü bir gerçekliği yoktur.
Arkaik
kodlara göre düzenlenmiş gösteren iktidar oluşumları, sermayenin kaçmasına izin
verdiği çizgiyi yeniden-yerliyurdlulaştırma görevini üstlenir. Böylelikle sınır
sürekli yerinden ettiğini yeniden absorbe edecek denli genişleyebilir bir
esnekliğe kavuşur. Neo-arkaik yeryurdlarla kaplanmış getto ile pazarlığın sonu
yoktur. Her daim arzusu paramiliterleştirilebilecek birilerini bulmak
mümkündür. Molar kimliksel oluşumların ikiliklerle işleyen düzeni (kadın-erkek,
proleter-burjuva) ya da her türden zorbalığın simgesini obsesif-kompülsif bir
şekilde ele geçirme çabasına yaslanan gösteren iktidar oluşumları
(milliyetçilik, tarikatçılık, fanatizm vs.) yersizyurdsuzlaşmaları daha güçlü bir
etkiyle öznelliğin psişik düzeyinde yeniden bağlayacak içkinleşmiş paranoyak
arzu yatırımları doğurur. Devlet sermayenin tözselleşmesiyle birlikte yalnızca
bir işletme organına dönüşmemiş aynı zamanda öznelliğin psişik düzeyinde
içselleştirilen bir operasyona dönüşmüştür. Devlet,
libidonun içinde işler. Sermayenin yersizyurdsuzlaştırıcı gücüyle Urstaat yıkılmış ve geriye yalnızca
harabeleri kalmış bir yapı değildir. Zahirde bir harabeye dönüşmüş olsa da
Urstaat aslında artık tinselleşmiş yani her an her yerde hortlayabilen bir
yüzer-gezer gösterene dönüşmüştür. Yani despota teolojik karakterini kazandıran
yapı çözülerek Urstaat buharlaştığında devlet durmaksızın solukladığımız havaya
içkinleşmiş ve libidinal bir hal almıştır. Devlet her şeyden önce kanımızda bir
hücreden diğerine bulaşan metastazdır. Tinselleştirilmiş Urstaat, akımların
kendi kod-çözümlerini kendilerinin bastırması için oldukça etkili bir
yönetimsellik ilkesini gündeme getirir. Bu sebepten kapitalistik akışlar
üzerindeki öznelliğin her daim bağlılık duyduğu bir gösteren iktidar oluşumu
vardır. Çünkü kapitalizm her ne kadar kod-çözümünü serbest bıraksa da mutlak
bir dış sınırdan mahrum değildir. Bu mutlak dış sınır yersizyurdsuzlaşmanın
herhangi bir aşkınlığa gönderme yapmayan bir mutlaklıkla yeniden-yerliyurdlulaştırılabilirlikten
kaçtığı bir şizofrenidir. Bu sebepten kapitalizm, -Deleuze ve Guattari’nin
sıklıkla belirttiği gibi- şampuan ya da araba üretir gibi şizofren üretir.
Paranoya ve şizofreni arasında salınan kolektif psişik sahaya özgü toplumsal
soyut makinenin gıcırtısı bazen dayanılmaz bir hal alır. Bu süreç kendini
sıklıkla melankoli, depresyon ve anksiyete semptomlarında gösterir ve radikal
uçta katatoniyle sonuçlanır.
Anlam
bileşenlerinin semiyo-politik sömürüden bağımsız kompozisyonunun ve egemen
anlamlandırma kodlarını askıya alan diyagramlaşmaların peşinde olan sanatın
kolektif psişe düzeyinde her an her yerde işlemekte olan bu makineselliğin
öznellik çekirdeğini kıran yıkıcı etkisini bütün yoğunluğuyla hissettirmesi
bilhassa anti-gestus olarak tanımladığım politik sinema türüne özgüdür.
Kavramsal teçhizata dair bu açıklamanın ardından Takva’ya yaklaşmaya başlayabiliriz.
Takvanın
Paranoyak Semiyotikleri: Muharrem’in Trajedisi
2006 tarihli Takva, kapitalistik yersizyurdsuzlaşma
yasasının katsayısını neoliberalizm kisvesi altında radikalleştirdiği bir
dönemin hemen başında İslama her türden dünyevi ilişkinin dışında maniheist bir
öz atfetmekle eleştirildi. Hakikaten de filmin her şeyin İslamileştiği bir
dönemde anti-kapitalist eleştirinin dahi -Muharrem (Erkan Can) karakterinde
romantize edildiği şekliyle- İslamileşmesine dair bir semptomu dışa vurduğunu
söylemek belki de mümkündür. Ancak filmin bilhassa Adalet ve Kalkınma
Partisinin liberal çok-kültürcülüğü bir çeşit toplumsal harç olarak kullanarak
neoliberal bir düzeni ikame etmeye çalıştığı bir dönemde çekilmiş olması daha
evrensel bir toplumsal diyagramın semptomunu da dışa vurmaktadır. Bu semptom,
bilhassa soğuk savaş sonunda entegre dünya kapitalizminin geleneğe özgü olduğu
kadar moderniteye de özgü olan kurumsallaşmayı bir postmodern era ile aşındırmaya yönelik post-politik kültürel
görelilik jestinin (liberal çok-kültürcülük) toplumsal sonuçlarına dairdir. Çok-kültürcülük,
bugün dünyaya küresel düzeyde hakim olmaya başlayan yeni aşırı-sağın neo-arkaik
bir iktidar arzusunu billurlaştıran yükselişine ivme kazandıran bir paranoyanın
kıvılcımı olmuştur. Postmodern era, sermayenin, aksiyomatiğin öngördüğü
yersizyurdsuzlaşmaları yeniden-yerliyurtlulaştırmakla görevli paranoyak
vektörlerin sultasından kurtulmaya dönük atılımına verilen isimdir. Ancak bu
sultanın boyunduruğuna son verme jestini yalnızca kimlikleri sermayenin ortak
çıkarında saygı ahlakına davet edip, molar kültürel kodları görelileştirmek
şeklinde gerçekleştirdiği için bütün mikro-faşizm biçimlerini el değmemiş
bırakır. Hatta onları her girdiği kabın şeklini alma kabiliyetine sahip olan
sermayenin içkin gücüne dönüştürür.
İki kutuplu dünyada geçerli olan makropolitik soğuk
savaşın ardından post-politik bir konsensüs modelini işleten sermayenin liberal
çok-kültürcülük jesti, mikropolitik bir soğuk savaşı yürürlüğe sokmuştur.
Saygı, ötekiye karşı duyulan tiksintiye rağmen sermayenin bütün toplumsal molar
ayrımlara boyun eğdiren moleküler dolaşım yasasının yürürlükte kalmasını
sağlayan tolerans kipidir. Çünkü artık herkes yalnızca kendini düşünmektedir. Herkes
sermayenin değeri fetişleştirdiği dünyada pastadan payını almak istemekte yani
hiç kimse ayartma yasasından mahrum kalmak istememektedir. Yani herkes herkesle
savaşmaktadır. Dolayısıyla kimliksel farkları yalnızca ve yalnızca sermaye
yararına tolere etmeye yarayan çok-kültürcü saygı davetine herkes görünürde
icabet etmekte ve bu durum her türden kurucu toplumsal antagonizmanın üstüne
kül suyu dökmektedir. Bu yeni soğuk savaşın makropolitik soğuk savaşta olduğu
gibi bir kıyamet saati de bulunmamaktadır. Çünkü herkesin herkesle savaşının -dünyevi
savaşın- asla sonu gelmez. Bu soğuk savaş, eskatolojik göndergelerle işleyen
kıyamet yerine geleceğin imgelem düzeyinde çözülüşüyle ifade bulur. Geleceği
tahayyül edemeyen, onu sermayenin kolektif zekayı çöküşe uğratan kazanç saplantısına
terk eden bir zaman geçerli olduğunda artık kıyamet gününe de ihtiyaç kalmaz.
Uhrevi savaş çoktan sona ermiş bu durum bütün arkaizmleri ve kimlikleri
post-tarihsel içi boş biçimlere dönüştürmüştür. Her şey saydamdır. Saydamlaşma,
yansıma ve yansıtmanın yok oluşu yani empati ve sempati gibi sosyal sinapsa
özgü ilişkisellik biçimlerinin çöküşüdür. Saydamlık, zahirde paradoksal gözükse
de toplumsal bedenin hiçbir dönüşümsel enerjinin ışıltısını yansıtmayan bir
opaklaşma yaşamasına sebep vermektedir. Artık geçerli tavır antipati, soğukluk,
red ve sinsi bir hınçtır. Bu yeni soğuk savaşa özgü varoluşsal kip olan
saygının tolere ettiği şey psişik düzeyde mutlak bir hakimiyet kazanmış olan
nefret yasasıdır. Nefret, sermayenin talep ettiği saygı ahlakında için için
büyüyen bir hınç yaratacak şekilde maskelenmekte yeri ve zamanı geldiğinde
sistemin şizofrenik eğilimini bastırmaya yarayan büyük paranoyak makinelere
eklemlenmek üzere bekletilmektedir.
Postmodern
olgunun getirdiği kültürel görelileştirmenin görece ferah-özgür bir toplumsal
çeşitliliğe yol açmasını, geleneksel, paranoyak-kimlikçi arzuları
tırmandıracak bir yozlaşma argümanıyla (kürtaj-karşıtlığı,
kadın-düşmanlığı, arilik özlemi, dini ve yerel değerlerin muhafaza edilmesi,
pornografi-karşıtlığı, homofobi vb.) karşılayan yeni-sağ, sermayenin içkin sinizminden
kaynaklanan pek çok toplumsal sorunun es geçilmesini, kitlelerin arkaik bir
saflık özlemi ve ölüm içgüdüsünü dışa yönelten bir yabancı düşmanlığıyla
tahrik edilmesini sağlamıştır. Yani kapitalistik yersizyurdsuzlaşmaya içkin
fütürizm hızlandıkça öznelliğe içkin arkaik arzular da tırmanmaktadır. Çünkü
uzay madenciliğinden bahseden teknokratın sermayenin dizginlerine sahip
olabilmesi için arkaik korkulara dayalı paranoyak kültürel oluşumların
mengenesinden çıkmış fabrikasyon öznellik modellerine ihtiyacı vardır. Bu
arkaik yeryurdlar, aslında yalnızca yersizyurdsuzlaştırıcı sermayenin
hizmetindeki yapay yeryurdlardır. Özellikle Türkiye’de neoliberalleşme
sürecinin toplumsal anlamda tarikat ilişkilerinin kıskacında gerçekleşmesi bir
tesadüf değildir. Takva filmi özelinde Muharrem’in delilikle sonuçlanan
trajedisi de arkaik yeryurdun yalnızca sermayeye işlerlik kazandıran yapay bir
oluşum olduğunun fark edilmesine kayıtlıdır. Çünkü yeşil sermayenin yeşili,
Allah’ın yargısında billurlaşan bir ahlaka değil, dolara özgü bir göstergeye
işaret eder haldedir. Şeyhi Muharrem’e “bilir
misin dergahımızın çarkı nasıl döner?” diye sorduğunda uhrevi olanın dünyevi ilişkilere özgü
süreçlerin olumlanmasına göre ikincil olduğunu yani uhrevi dergahın kendisini
Tanrı’nın ölümü üstüne inşa etmiş kapitalist ilişkilerle mümkün kıldığını
hissettirecektir. Dünyevi olan hiç şüphesiz evrenselin içinde sızmadığı mıntıka
kalmayan paradır. Muharrem’i, -karakteri canlandıran usta oyuncu Erkan Can’ın
belirttiği gibi- kapitalizm delirtecektir.
1.
Uhrevi Yeryurd
Muharrem,
hayatını Süleymaniye’de babasından miras kalmış olan evinde bir tarikat
dergahına özgü ritüellere (zikir) katılarak geçiren ve şeyhinin Tanrı’yla
dolaysız bir hısımlık içinde olduğunu düşündüğü bedenine paranoyak bir arzu
yatırımında bulunan dini bütün bir kimsedir. Henüz küçük bir çocukken babası
tarafından teslim edildiği çuval dükkanında çalışan Muharrem’in hayatı, temelde
Müslüman yaşam semiyotiklerine uygun görünmektedir. Film, saf bir İslamın
Muharrem’de vücut bulmuş bir çeşit romantizminin kapitalizmle olan göbek bağını
gösteremediği yönünde eleştiriler almış olsa da Muharrem’in böylesi bir
özdeşliğin mutlak sureti olduğu şüphelidir. Çünkü filmin henüz başlarında
karşımıza çıkan ve giderek daha tuhaf bir hal almaya başlayan rüyalar, tene
dair arzuların dışavurumu olan şehvani rüyalardır. Yani Muharrem’in dışsal bir
İslami öze gönderme yaptığını düşündüren özdeşliği zaten başından itibaren
yalnızca simgesel bir performanstır. Çünkü arzunun her türden simgesel
özdeşliğe karşı sapkın bir çizgi çekme potansiyeli asla nihai anlamda
massedilemez. Tarikat benzeri gruplar daha çok suçluluk gibi hisleri önsel
kılmak suretiyle paranoyak bir arzu yatırımını ritüellerle sürekli yeniden
tesis eder. Bu yeryurdların karakteristiği, arzuyu dünyevi ve tene dair bir öğe
olarak olumsuzlayarak moleküler arzu akışının bedenden temizlenmesinin
zaruretine ilişkin ön-varsayımlara dayanır. Beden, vaftiz ya da abdest gibi
ritüellerde temizlenmesi gereken günahkar bir arzu akışı varyantı olarak
görülür. Günah çıkarmada hesap vermek ya da namazda itaat etmek zorunludur.
Despotik üst-kodlamanın gereksindiği şekilde arzu olumsuzlanmak suretiyle
şeyhin ya da rahibin bedeninin dolaysız hısmı olan Tanrıya borçlandırılır.
Bedeni dünyevi olandan temizlemenin ve ibadetin sonu yoktur; çünkü borç sınırsız
bir borçtur. O despotik bir bağlanmayla varlık borcuna dönüştürülmüştür.
Böylelikle üst-kodlamanın evreni daracık bir mıntıkanın basıncıyla
birleştirmeye dönük çekim merkezine riayet etmeyen arzunun tüm kaçış
potansiyeli suçlulaştırılmış ve pro-aktif tarzda önlenmiş olur. Ancak
arzunun her daim simgesel özdeşliğin konturlarında yarıklar açmaya gebe olan
belirlenimsizliği, özdeşliğin kurgusallığını psişik düzeyde ortaya çıkardığınca
paranoyak öz-yatırım devresi giderek radikalleşme eğilimi taşır. Dolayısıyla
Muharrem‘in filmin ilk sahnesinden itibaren sıklıkla karşımıza çıkan şeyhinin
kızıyla cinsel ilişkide bulunduğunu gördüğü rüyaları arzu-üretiminin gösteren
hükmü altındaki gruplara özgü özdeşliğinin kurgusallığını gösterdiği gibi
Muharrem‘in suçluluk duygusuyla paranoyak öz-yatırım devresini güçlendirmesine
de neden olacaktır. Yasa, yasaklanana dair bir arzu doğuracak şekilde bedenin
akışkan semiyotiklerini yerinden eder ve onu kendi aşkın dikeyine sabitler.
Ancak arzu akımlarını aşkın bir dikeye sabitleyen bu gayri-meşru kullanım
aslında yalnızca içkin tatbik etme süreçleriyle kendine uhrevi bir görünüm atfedebilir.
Bu sebepten Muharrem arzu-makinelerinin günahkar potansiyelini ve muhtemel
makinesel gıcırtısını sürekli şeyhin bedeninde yerliyurdlulaştırarak Tanrı‘ya
yönelik biat ritüellerinde ve beş vakit namazda arzuyu utanılası bir sır
olarak suçlulaştıran molar kimliğini (dünyadan elini eteğini çekmiş kul
Muharrem) sürekli yeniden tesis eder. Buraya kadar her şey tarikat gibi bir
grubun tüm iç dinamiklerine yani arzunun kolektif akışından koparılarak
bastırılmasına yönelik güçlü örneklerle doludur. Ancak bir gün şeyhinin
Muharrem’den dergahın dünyevi işleriyle uğraşmasını talep etmesinden sonra her
şey radikal bir şekilde değişecektir.
2.
Dünyevi
yersizyurdsuzlaşma:
Muharrem’in
kapitalistik yersizyurdsuzlaşmanın her türden geleneksel toposu yerinden eden içsel şizofrenisiyle tanışması yani psişe
düzeyinde çalışan gerek mekânsal gerekse soyut bir düzenleme olduğunu
söyleyebileceğimiz dergahın dışarıya yönelik bir paranoyayı billurlaştıran
mabedinden dışarıya çıkması elbette sancılı bir süreç olarak karşımıza çıkar.
Bu sorumluluğun altından kalkamayıp şeyhine karşı mahçup olma korkusunun yanı
sıra bir müride özgü yaşam semiyotiklerinin oluşturduğu bir çeşit habitus’un
dışına çıkmaktan da oldukça korkar. Şeyhin sağ kolu Rauf’un dergaha taşınma
teklifine karşı cevabı bu korkunun ifadesidir: “Ben öylece yaşayıp gidiyordum işte”.
Dünyevi olanın
ayartıcılığına karşı bir paranoyayla inşa edilmiş olan tarikat yeryurdunun her
türden göstergeyi gösteren efendiye özgü bir Tanrısallıkla üst-kodlayan kozmik
metafor operasyonu hiç şüphesiz uhrevi bir psikosfer etkisi bırakır. Ancak
dünyevi olanı her türden sınırlandırmadan özgürleştiren kapitalizmde gösterge,
uhrevi göndergeden bağımsızlaşarak müstehcenleşmiştir. Jean-François Lyotard’ın
yalnızca kapitalizmin orgazm olabildiğini söylerken hissettirdiği üzere
sermayenin iktidarı, yasağın aşkınlıktan arınması yani ihlalin para
eşdeğerliğine bağlı olarak serbestleşmek suretiyle bir değere özgü ayartı
ilkesine boyun eğmesine gönderme yapar. Muharrem’in gördüğü şehvani rüyalardaki
mekânsal ve göstergesel
değişimler de bu karakteristiği gözler önüne serer. Modern hayatın sinik
işleyişi ve müstehcen semiyotikleriyle baş başa kalan Muharrem namahremliğin yersizyurdsuzlaştırıcı etkisiyle
şeyhinin gösteren semiyotiklerinde yerliyurdlulaştırarak bastırmaya çalıştığı
arzu akımlarının makinesel gıcırtısını duyumsamaya başlayarak giderek
anksiyetik bir hal alır. Şeyhi ona bu yeni sorumluluğuyla uğraşmadan
önce hatırlatmıştır: “Unutma ne yana
dönersen dön orada Allahı bulursun”. Ancak Muharrem’in giderek daha radikal
bir şekilde farkına varacağı üzere kapitalistik mülkiyet ilişkileri dahilinde
Tanrısal bir süper-ego etkisi mutlak bir şekilde eksiktir. Dünyanın büyüsü
çoktan bozulmuştur. Erken boşalan bir kültürün hızına karşı büyü artık
çaresizdir. Kozmik metaforun sermayenin tözselleşmesiyle birlikte kifayetsiz
kalması öznelliği tamamen kaosla yüz yüze bıraktığı içindir ki Tanrı tam da
eksikliği vasıtasıyla bir ihtiyaca dönüşmüş ve bu bütün arkaizmleri sermayenin
dehşetengiz makinesi içinde geleneksel bir huzuru ikame eden yapay yeryurdlara
dönüştürmüştür.
Sermayenin
aksiyomatiğini sağduyuyla kabullenerek içselleştiren öznelliğin böylesi bir
dünyada tamamen parodi olsa bile herhangi bir inancın gerekliliğini yerine
getirebilmesi için göstergenin gösterenin sabit ilkesinden kopup paranın sinik
ilkesine boyun eğdiği yani göstergenin değerleştiği nihilistik süreçlere katılımı
zorunlu hale gelmiştir. Bunlar finansa, elektroniğe, sayılara ve cinselliğe
dayanan göstermeyen semiyotiklerdir.
Bu semiyotikler her daim aksiyomatik yeniden-yerliyurdlulaştırmayı tertipleyen
bir sürecin ifadesi olsa da makine bazen yeniden kodlanamaz bir artığı dışarı
atmaktadır. Bu şizofrendir. Ancak temelde göstermeyen semiyotiklerin işlevinin
göstergeyi gösterenden muaflaştırıp dolaysızca para eşdeğerliğine tercüme
edecek bütün bir soyut makine sürecinin parçası olduğu unutulmamalıdır. Bizi
şimdilik ilgilendiren kısım da yalnızca bu kısımdır.
Dergahın
dünyevi yüzü olarak şık kıyafetler giyip, pahalı saatler takmaya ve spor
arabalara binmeye başlayan -daha doğrusu buna zorlanan- Muharrem göstergenin
para eşdeğerliğine endekslendiği koşullara özgü çelişkiyi hissederek Rauf’a “bunlara şeyhim bile el sürmezken bana
yakışık alır mı?” diye sorar. Rauf’un cevabı şeyhe özgü uhrevi zenginlik
göstergeleriyle Muharrem’e özgü zenginlik göstergelerinin bir olmadığı
yönündedir. Muharrem dergahın soyut zenginliğinin somut yüzü olarak bu gösterge
değerlerini üstünde taşımak zorunda olduğu yönünde ikna edilir. Çelişki
mutlaktır. Ve bu düzende -Deleuze ve Guattari’nin hatırlattığı üzere- çelişkiden kimse ölmemektedir. Filme
yönelik yaygın bir eleştiri olan İslami romantizm vurgusunun gözden kaçırdığı
şey, öyle ya da böyle Muharrem’deki bu romantizmin kapitalizmin mutlak
çelişkisinin psişik etkilerini ve sermayenin mutlak sinizmini gözler önüne
serme olanağı sağladığıdır. Kapitalizmin çelişkisi sanıldığı gibi proleter ve
burjuva arasında basit sınıfsal çelişki değildir. Çelişki, toplumsallaştırılmış
artı-değer üretimi ve onun mülkiyet içinde fetişleştirilmesi arasında olduğu
gibi geleneksel değerlerin yaşanabilirliğinin geleneğin büyü-bozumuna dayanan
sinik ilişkilere katılımda saklı olmasında yatar. Yani yalnızca paraya inandığı
ölçüde isteyen istediğine inanmakta özgürdür. Muharrem’in, içselleştirdiği
molar-kimliksel kodlarına ve ahlaki değerlerine tezat oluşturan sinik
ilişkilerin ortasında göstermeyen
semiyotik akışlarla kurmak zorunda olduğu yeni ilişkiler onu sistemin
şizofrenik eğiliminde sürüklenmeye bırakır.
Muharrem’in huzursuzluğu kira topladığı gayrimenkullerde
karşılaştığı bazı durumlarla giderek artacaktır. Bir sanayi bölgesinde kira
almak için gittiği tamirhanede ustayı rakı içerken bulmuş ve ödeme güçlüğü
çeken bir aileden kira almak zorunda kalmıştır. Rauf’a kiracılarından birini
rakı içerken gördüğünü söylediğinde Rauf’tan kirayı ödediği müddetçe kimin ne
yaptığının dergahın işi olmadığına yönelik bir cevap alır. Muharrem’in
huzursuzluğunu geçmediğini görünce dilerse yeni bir kiracı bulmak üzere dükkanı
boşaltabileceğini söyler. Sermayenin sinizmi her türden kimliksel oluşumun söz
konusu para olduğunda saygı ahlakına davet edilmesini öngördüğünden buradaki
çelişki Rauf’u rahatsız etmez.
Muharrem, Rauf ve şeyhle birlikte aylık geliri ve yeni
yıl zamlarını hesapladıkları bir akşam önemli olanın ödeme gücü olduğunu
söylediğinde şeyh ona oldukça sinik bir argümanla zengin ve fakirin Adem’den bu
yana var olduğunu gerekirse fakir ailelerden kira almamakta özgür olduğunu
ancak bu sebepten dergahın eğittiği genç müritlerin ihtiyaçlarını karşılama
yönünde bir eksiklik oluşması durumda ise vebalin Muharrem’in üzerinde
olacağını belirtir. Muharrem’in fitre ve
zekatı bu gibi ailelere vererek kirada herhangi bir sorunun yaşanmasını
önlemeye yönelik teklifi ise dergah ahalisinin bunu fark etmesi durumunda
oluşması kesin olan huzursuzluk sebebiyle şeyhi tarafından reddedilir.
Sermayenin acımasız yasasına boyun eğmek zorunludur. Rauf, Muharrem’e “Kirasını ödeyen adamı içki içiyor diye kapı
dışarı et dini bütün diye kira vermeyenden kira alma hadi bakalım çık işin
içinden” dediğinde vurgu oldukça somuttur: Fakirlik ya da yozluk sermayenin
ve ona çoktan boyun eğmiş olan dergahın umurunda değildir. Sermayenin, arzunun
bir kültürel kod artı-değeri yerine akış artı-değeri yaratmaya yönelik orgazmik
makinesinin acımasız yasası Muharrem’in erotik rüyalarında bu kez oldukça
tekinsiz ve şiddet dolu kanlı göstergelere sebebiyet verecektir. Ayrıca artık
sevişirken etrafı durmaksızın uçuşan dolarlarla kaplıdır.
Bu noktada
filmin müzikleri için de bir parantez açmak gerekli. Filmin müziklerini
üstlenen Gökçe Akçelik’in (Replikas) oldukça başarılı bir iş çıkardığını
söylemek mümkün. Muharrem’in kapitalist makineye özgü çelişkiyi etine ve ruhuna
kazılı bir şekilde hissetmeye başladığı bu dönüm noktasından itibaren filmin müziklerinde hissedilen tekinsiz
değişim, paranoyak üst-kodlamadan kaçmaya başlamış arzunun Muharrem’i
çıldırtmaya başlayan makinesel gıcırtısını oldukça güçlü bir şekilde
aksettiriyor.
Muharrem son
rüyasının ardından ruhunu kemiren sorulardan kurtulmak için şeyhine danışmak
üzere dergaha gittiğinde beklemediği bir durumla karşılaşacaktır. Şeyhi eski
bir islami pratik olan halvete -yani 40 günlük münzevi çilesine- girmiştir.
İnandığı değerlerin mübadele ilişkileri dahilinde anlamsızlaşmasıyla
birlikte şeyhin bedenine yaptığı libidinal yatırımı kapitalistik akışlarda
yersizyurdsuzlaşan Muharrem, paranoyak öz-yatırımını korumak yani -dinden
çıkmamak- için şeyhinin gösteren semiyotiklerine ihtiyaç duyar. Ancak şimdi şeyhe
ulaşması Muharrem’in gözünü korkutacak denli uzun bir müddet imkansızdır.
3.
Dünyevi ve Uhrevi Arasında bir Vesvese: Katatoniye doğru
Yersizyurdsuzlaşan
arzusuna yönelik paranoyası giderek artan Muharrem’in yıkılışı, tarikatla
iletişime geçmek için göstermelik bir toptan çuval alışverişi yapan yeni müşteriyle
birlikte giderek hızlanacaktır. Ticaretin sadece vesile olduğunu söyleyen
müşteriye malı satarken yanlış hesap yapan Muharrem günaha girdiğini düşünerek
-İslami terminolojide şeytan vesvesesi olarak anılan krize kapılıp- bunu dükkan
sahibi ustasına söylediğinde ticarette böyle şeylerin olabileceği yönünde sinik
bir yanıt alacaktır. Bu sahnelerde giderek belirginleştiği üzere hesap
makinesini dolduran rakamların sonsuz uzamı, Muharrem’in kaldıramayacağı bir
psişik etkiye muktedir olmaya başlar. Çünkü gösteren semiyotiklerde yerliyurdlu
olan arzusunun alışık olduğu tek şey gösteren-gösterilen arası bir itaat
ilişkisi olan Muharrem’in gözü yalnızca okumaya alışıktır. Okumak, gösterenin
semiyotik bileşenleri üst-kodlayan darbesinin artığı olan artı-anlamı metinden
çıkaran bir tefsir hatta hermeneutik pratiğidir. Ancak gösteren yalnızca
metinsel değildir, aynı zamanda kendini yüzlerde somutlaştıran aşkın bir
otoriterliğin mikropolitik üslubudur. Yani okumak salt metinle ilgili değildir.
Ancak kapitalizm, Deleuze ve Guattari’nin belirttiği üzere alabildiğine
cahildir. Kapitalistik aksiyomatiği işlevselleştiren şey, okumaya dayalı yazı
değil, saymaya dayalı bir pratiğe işaret eden rakamların sonsuz bir uzamda her
daim yeni bir rakamı davet eden içkin şizofrenisidir. Çünkü aksiyomatiğe özgü
şizofreninin karakteristiği saymak, gösteren yerliyurdlulaştırmaya özgü
paranoyanın karakteristiği ise okumaktır. Gösteren semiyotiklerin bileşenleri
üst-kodlayıp katılaştıran uhrevi grafizmine (yazı) karşı göstermeyen
semiyotiklerin akışkan sayısal uzamı Muharrem’i çıldırtmaktadır.
Sistemin
şizofrenik eğiliminde akıntıya kapılan Muharrem dinden çıkmamak için simgesel
özdeşlik performansının paranoyak eğilimini radikalleştirir. Kosova göçmeni
çırağını (Muhittin) azarladığı sahneler bu korkuya paralel filizlenen faşizan
bir özdeşlik arzusunun billurlaşmasıdır. Kosova için yardım toplayan Muhittin
sadece dua etmenin hiçbir işe yaramadığını savaşta gördüğü vahşetin kendisine
öğrettiği üzere Tanrı yargısının mutlak bir şekilde eksik olduğunu belirtir: “Ufacık çocuklar ölüverdiler ağabey. Kaç
kadın çığlığı var kulaklarımda bir bilsen. Hepsi de Allahtan yardım istedi.
Neredeydi?”. Duyduğu bu
sözler Muharrem’i Muhittin’i tokatlayacak denli kızdırır. Çünkü Muhittin’in her
bir sözü sürekli hissettiği ancak bastırmak üzere kendini koşulladığı
gerçeklerden başka bir şey değildir. Nihayetinde Muharrem krizini itiraf
edecektir:
“Yaradanın
korkusu beni düzene sokar sandım. Ben sadece iyi bir insan olmak istedim
Muhittin sadece iyi bir insan. O her zaman ve her yerde var. Yaradan her zaman,
her yerde var. Onun dediklerini yaparsan onun istemediklerini yapmazsan hem bu
dünyada iyi bir insan olursun hem de öbür dünyada rahat edersin. Ama olmadı.
Olmuyor. Şeytan her zaman var. Belki de şeytan dediğimiz bizzat kendimiziz.
”
Muharrem’in bu sözleri biyo-psişik canlının
paranoyak-faşizan bir sabuklaması olan kültürün üstüne kurulduğu iki mitolojik
figürün (Tanrı-Şeytan) kapitalist süreçlerdeki imgesel ilişkisine odaklanmamızı
sağlar. Aşkın bir dikeyi yeryüzüne yansıtmak suretiyle bir mabed oluşturan
antropomorfik katman (söz konusu olan bağlamda dergah) bir çeşit Tanrı
yargısını billurlaştırır. Katmanlar, yargıyla (gösteren üst-kodlama) ortamları
ve kodları biçimlendirerek tözleri ve ritimleri bir araya getirir.
Katmansızlaşma ya da yeryurda içkin yersizyurdsuzlaşma, Tanrı yargısının
gözünden hiç şüphesiz şeytani bir eğilimdir. Muharrem, dünyevi işlere
bulaştıkça bu katmansızlaşmanın kendi tarikat yeryurdunu da yapay kılan
evrensel bir süreç olduğunu fark edecektir. Katmansızlaşmayı kucaklayan
kapitalistik yersizyurdsuzlaşma, Tanrı’yı öldürmekte ancak egzorsizm
gerçekleştirmemekte yani şeytanı çıkarmamaktadır. Muharrem’in “belki de şeytan bizzat kendimiziz” derken keşfettiği şey, kapitalizmin serbest
bıraktığı arzu akımını her halükarda sermayede yerliyurdlulaştıran aksiyomatiğinin
yani her şeyi niceliğe çeviren şeytani ayartmanın (para) bu rakipsizliğidir. Toplumsal
üretimi artı-değere mülkiyet dahilinde el koyulması şeklinde kodlayan işleyişe
alternatif yoktur. Şeyler, sermayeye özgü ayartma ilkesine boyun eğmekten başka
bir kadere sahip değil gibidir. Despotik makineye özgü töz olan despotu bir
kişiyken, siyasal egemenliğin içselleştirildiği kapitalizmde toplumsal töz olan
sermaye bir kişi değil, herkestir. Şeytan, bizden başkası değildir.
Sermayenin Tanrı’yı öldürmesi, değerin
değerden düşmesini yani anlamın baş dönmesini hızlandırarak metaforik
anlamlandırmanın bir ihtiyaca dönüştürülmesi (günümüzde herkes hayatına anlam
katacağına inandığı bir aidiyet biçimin nostaljisini yaşamaktadır) ve buna
mukabil Tanrı’nın ihtiyaç duyulduğu her yerde yeniden-yerliyurdlulaştırma
operasyonunu gerçekleştirmek üzere hortlayabilen bir hayalete dönüştürülmüş
olması anlamına gelir. Çünkü şeytanın yeniden ayartması için öncelikle Tanrı’nın
yeniden-yerliyurdlulaştırması gerekir. Baudrillard’ın hatırlattığı gibi “Tanrı bile kötülük ilkesiyle anlaşmayı
seçmiştir”. Şeyhinin
Muharrem’e söylediği gibi dergahın çarkı kapitalist ilişkilerle dönmektedir. Muharrem’in giderek
fark edeceği şey, sermayenin yersizyurdsuzlaşma eğiliminin şeytana özgü bir
ayartma yasasını devreye sokarken Tanrı’nın yalnızca bir
yeniden-yerliyurdlulaştırma operasyonuna özgü uhrevi müdahalenin başarısız bir
parodisi olduğudur. Çünkü Tanrı, yersizyurdsuzlaşma eğilimini temellük eden
sermayenin yani şeytanın yeniden-yerliyurdlulaşma ihtiyacına cevap vermek
dışında sağırdır. Göreli
yersizyurdsuzlaşma süreci olan aksiyomatik, Tanrının şeytanın emrine geçmesidir.
Günümüzün politik görevi basitçe bir yerliyurdlulaştırma operasyonu olan Tanrı’yı
bir daha bir hayalet olarak dahi dirilemez şekilde öldürürken kolektif psişeye
içkin yersizyurdsuzlaşma eğilimini de şeytandan yani sermayeden kurtarmaktır.
Ancak böylesi bir devrimci makine film boyunca oldukça çarpıcı bir şekilde
eksikliği duyulan bir makinedir.
Muharrem’in hastalık olarak şizofreniye
yönelen psişesi, gösteren hükmü yeniden işler kılmak için varlık borcuna bağlılığını
secdede yeniden tesis etmeyi hedefleyen tevbe namazlarına rağmen engellenemez
bir hal almaya başlar. Nihai yersizyurdsuzlaşmasının kıvılcımı ise tarikatla
iletişime geçmek için yine çuval almak üzere dükkana gelen müşteri grubuna aynı
fiyattan satış yaparak günaha girme korkusuna kapılmasıdır. Dolarların
fütursuzca dolaşıma girdiği mübadele ilişkilerinden kaçmak üzere sokağa atılıp
bir dilenciyle karşılaştığında giderek paniğe kapılır. Bu durum şehvani
rüyalarında gördüğü kadınla sokakta karşılaşıp onun şeyhinin kızı olduğu fark
etmesi üzerine giderek bir krize dönüşür. Sonuç, mutlak katatonidir. Katatonik,
arzu akımlarını her halükarda parayla ayartan ya da gösteren hükmüyle bastıran kapitalizmin
toplumsal bedende oluşturduğu psişik bir cüruf, işlevselleştirilemez bir
artıktır. Kapitalizm yeniden-yerliyurdlulaştırılılabilir ölçütlerden
bağımsızlaşan mutlak psişik yersizyurdsuzlaşma vektörlerini tımarhane
yeryurduna uygun hale getirmek ve böylelikle kaçış çizgilerinin yeni bir
toplumsallaşma oluşturabilecek potansiyelini bir ölüm ya da delilik çizgisine
tercüme etmek suretiyle kendi sınırını göreli kılmaya devam etmektedir.
Muharrem’in delirmekten başka bir çıkışı yoktur. Muharrem‘in yegane kurtuluşu,
katatonide arzuyu mutlak anlamda olumsuzlamak olacaktır. Kapitalizmde
yersizyurdsuzlaşma her zaman için ruhanileştirilmiş Urstaat’ların
(milliyetçilikler, fanatizmler, sofuluklar vs) gölgesinde gerçekleştiği için
göreli iç sınırın onaylanmasından öteye geçmez. Muharrem‘in trajedisi, gösteren
bir iktidar billurlaşması dahilinde şeyhin bedenine itaat eden arzusunun suç
ve borçla kodlanmış olmasından ötürü yersizyurdsuzlaşan arzu yatırımının
moleküler doğasıyla baş edememesidir. Muharrem‘in bize gösterdiği,
kapitalizmin kodsuzlaşan kuvvetleri yeniden-kodlanmayı isteyecek yani arzu
akışlarını kendi bastırılışından zevk alacak şekilde kodlamasının kendi iç
sınırlarını koruması için zaruri olduğudur. Ancak bu kodlamanın mümkün olmadığı
yerde ise sonuç katatoni olacaktır. Çünkü filmin hissettirdiği üzere kaçış
çizgilerini yeni bir olanaklılık evreni oluşturacak şekilde yeni bir bileşime
yönlendirecek devrimci bir makine eksiktir.
Takva’nın, neo-arkaik
yeryurdlarla iletişime geçen sermayenin öznellik düzeyinde tertiplediği psişik
süreçleri tüm rahatsız ediciliğiyle seyircinin sinaptik ağında dolaysız bir
tepkime yaratacak şekilde gözler önüne seren ve gücünü yitirmemiş bir eser
olarak hala yeni ayrıntılar sunabilen güçlü bir örnek olduğu söylenebilir.
Filmin herhangi bir çözüm sunmaya yanaşmayan tavrı, sinemanın dünyaya inanmayı
-yani eyleme geçme konusunda bir dinamo oluşturmayı- bazen devrimci bir
makineye özgü imgelem yetisinin radikal eksikliğini duyumsatmak biçiminde de
başarabileceğini gösteriyor. Yersizyurdsuzlaşmayı paradan yani şeytandan,
yeryurdu ise gösteren efendiden yani Tanrı’dan özgürleştirmek ise bugün hala
eksikliği duyulan devrimci makinenin görevi olmayı sürdürüyor. Çünkü genel
zekanın devrimci bir çaprazlanışını tertipleyecek olan arzu, ne durmaksızın
Tanrı’yı arayan arkaizmde ne de şeytanın günah çağrısına icabet eden fütürizmde
kendine nefes alabileceği bir mıntıka bulabilir. Arkaizmler arzuyu bastırmaya
dayanan bir operasyona, fütürizm ise arzuyu fazla süratle dermansızlaştırmaya
dayanan bir modülasyona dönüşmüştür. Halbuki arzu özü gereği sitüasyonisttir.
Çünkü içimizdeki ya da dışımızdaki savaş –ki ikisini ayırt etmek imkansızdır-
asla sona ermez.
[1] “Kapitalistik” ifadesi Felix
Guattari’nin kavramsal teçhizatına özgüdür. Her yersizyurdsuzlaşma sermayenin
tertibi olmadığından buradaki ifadenin amacı söz konusu yersizyurdsuzlaşmanın
kapitalist süreçlerce tertiplenen bir yersizyurdsuzlaşma biçimine gönderme
yaptığını hissettirmektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder