2 Ekim 2018 Salı

İki Filin Züccaciye Dükkanına Dalışına Dair: Materyalist Bir Semiyotik Analize Doğru


"Referans noktası büyük dil (langue) ve göstergeler modeli değil, savaş ve mücadele modeli olmalıdır."
Michel Foucault

Yeni bin yıla yirmi yıl eklemek üzereyiz, ama bin yıllık bir esaret gerçekten sona erdi mi? Bugün yapısalcılığın ölümünden bahsetmek sıklıkla tekrarlanan bir teorik jest olsa da bu ölümden gerçekten bahsedebiliyor muyuz? Ölenin ne olduğu bilinmediği için, yası tutulamamış bir ölümün karşısında olduğumuz hissine kapılıyoruz. Yası tutulamadığı için mevzubahis edilemeyen bir ölümün. Amerikan akademisinin "postyapısalcılık" hatta daha da korkuncu "postmodernizm" gibi kof bir tümel yaratarak mevzubahis etmeye çalıştığımız ölümü postmortem bir entelektüel "kaldırım kafesi" sohbetine indirgemesi, ölümün vuku bulduğu muharebe alanını gözlerden saklamak dışında ne işe yarıyor? Bu esaret sona ermek bir tarafa, artık ölü olduğu düşünülen eski Tanrıların, Despotların ve hatta Despot simülakrlarının tekrar ve tekrar, sinsi bir biçimde arz-ı endam ettiği güncelliğimizde hakim olmayı sürdürüyor.



Öyleyse nedir bu esaret? 

Dile getiren kişiye mütehakkim bir özne konumu atfeden dilsel dönüşten bahsediyoruz. Tüm diğer figürler bir yana, fakat onların önemini de göz ardı etmeksizin, şu veya bu biçimde "entelektüel bir olay" olan dilsel dönüşün merkezine Saussure'ü yerleştiriyoruz. Bunu yapmamızın nedeni, Saussurecü gösteren-gösterilen modelinin yani anlamı yalnızca dilsel bir metaforik işleve indirgeyen teorik aygıtın, sadece dilbilimi alanında işlev görmeyip, dolaysızca tüm araştırma alanlarında salgın gibi yayılmasıdır: Modadan yabanıl toplum araştırmalarına dek yayılan bu salgının başlıca handikapı toplumsal-siyasal sorunların içinden çıkılmaz giriftliğini despotik hükmün geçerli olduğu gösteren gettosunun dar uzamına hapsetmesidir. Kaldıki bu başlı başına siyasi bir operasyondur. Fakat tam da böylece art alanda yürüyen derin bir siyasal çatışmayı gözlerden saklayan bir operasyon. Çünkü kapitalizm despotik oluşumun harabelerinden yükselen bir formasyon olarak despotik gösterge rejiminden oldukça farklı bir işleyişe sahiptir. Despotik oluşumun merkezi modeli olan gösteren-merkezli kavrayışta yankılanan Tanrı'nın uhrevi sesiyle ortaya çıkmış yazıya karşıt olarak kapitalizm körlemesine cahil ve Tanrıtanımazdır. Fakat Saussurecü dilbilimsel model ve tilmizlerinin bu modeli icra edişleri sanki herşey daima ve ebediyen dinsel bir sahnede gerçekleşiyormuş gibi yapmaktadır. Dolayısıyla biz gösteren-merkezli tüm modelleri öncelikle, rahipleriyle, defterdarları ve memurlarıyla eskisinden daha az kötücül olmayan yeni bir din ve kilise kurmakla itham ediyoruz. Zira tefsirsel bir okumayla Tanrı'yı arayan din adamının vesvesesi, Tanrı-Kralın eteğinden ayrılmayan vakanüvisin telaşı ve defterdarın rakamları Despotun paranoyasıyla el ele gider. Keza gösteren modelinin her alana uygulanması da bundan farklı bir yol izlememiş, pratisyenlerden teorisyenlere her ilişkinin ardında gösteren aranmış, her tür ilişki ve gösterge, efendi gösterene kaydedilmiş ve gösteren açısından yorumlanmıştır. Hiç kafiri olmayan, ne huzurlu bir din!

Fakat bizim amacımız bir din eleştirisi geliştirmek değil. Din ile yolumuzu tamamen ayırmak. Alman İdeolojisi'nde "[Bizim] anlayış[ımız]... ...pratiği fikirden hareketle değil, fikirlerin oluşumunu maddi pratiklerden hareketle açıklamaktır" diyen Marx ve Engels'in tarihsel materyalizminin açtığı patikayı takip etmek. Dolayısıyla biz, semiyotikleştirme süreçlerini üretim ilişkilerinden ayırmayı reddeden ve bu yolla tarihsel materyalizmi yeni bir ufka taşıyan Deleuze ve Guattari'nin yolunu takip ederek, 11. tezi, gösteren-merkezli modele içkin idealizmi alaşağı edecek şekilde semiyotik alanına uygulamayı öneriyoruz. Böylece Yahudi-Hristiyan geleneğinde var olan ve dilsel dönüşle mütehakkim hale gelen yapısalcı gösterge analizlerinde geçerli olan "anlama" (verstehen) kaygısı ya da yorumlama takıntısı yerine semiyotikleştirme süreçlerine doğrudan dahil olan analitik-militan bir semiyotik pratiğini öne sürüyoruz. Zira aslolan, göstergeleri okumak ve yorumlamak değil, semiyotikleştirme süreçlerinin bizatihi parçası olduğumuz gerçeğinden hareketle, her türden egemen anlamlandırmaya normatif bir karakter kazandıran semiyotikleştirme süreçlerini değiştirmektir. İşte böylece göstergelere içkin olan bir ateizmi olumlamayı amaçlıyoruz.

Peki ama nedir bu ateizm?

Öncelikle bu ateizm, kapitalizmin her vektörünü kat eden sinizmin de tanıklık edebileceği üzere, kapitalist işleyişin temel bir karakteristiğine odaklanmamızı sağlar: sermayenin "mutlak" egemenliği. Kapitalist toplumlarımızda sermaye, hiçbir "anlama gelmeyen", bir anlam üretmekten ziyade kendi niceliksel akışını yeniden ve yeniden-üretmeyi hedefleyen mutlak içkin töz ve merkezi semiyotik aygıttır. Dolayısıyla sermayenin sorusu, semiyotikleştirme süreçlerinde Tanrı'yı yeniden tesis etmeyi amaçlayan "ne anlama geliyor" sorusundan ziyade sermayenin yeniden-üretilip üretilmediğidir. Baudrillard'ın çığlığıyla, "anlam katliamını Tanrı bile durduramayacaktır". Sermaye, asıl olarak göstermeyen semiyotiklerden, yani her türden akıma (göstergeler kadar, etkinlikler, bedenler, su, gıda vb.) bir tür eşdeğerliğin dayatılmasını sağlayan niceliksel aksiyomlardan müteşekkildir. "Gösterge müstehcenleşmiştir", yani herhangi bir "derin" göndergeden ve gösterenden kopmuştur. Dolayısıyla ilk anlamıyla ateizm, sermayenin tertiplediği ve her tür niteliğe, anlama, gösterene vb. duyarsız (veya ancak kendisi için işe yarayacaksa ilgi göstereceği) yersizyurdsuzlaşma sürecinin etki-sonucudur: "Genelleşmiş sinizm çağı". Artık hiçbir şeye inanmaya gerek yoktur. Sermaye sizden ne işinize, ne patronunuza, ne de paraya inanmayı talep eder. "Kapitalizmin dini imanı yoktur." Sadece işe gitmeye, para kazanmaya ve harcamaya devam edin. Bunu açlığın şiddetiyle başaramazsa, polisleri ve orduları hazırda bekliyor olacaktır. Bu ateizm tipine Nietzsche'nin "tepkisel nihilizminden" ilhamla, "tepkisel ateizm" demek istiyoruz.

Ancak mümkün bir başka ateizm, etkin bir ateizm daha var. Bu ateizm tam olarak tarihsel materyalist bir analitik-militan pratiğin uyandırmayı hedeflediği dönüşümün içkin varyantıdır. Biz ekonomik, toplumsal, enformatik ya da estetik göstergeleri takıntılı bir şekilde gösterenin aranacağı yapısal bir dizinin parçası olarak görmüyoruz. Bir gösterge, şifresinin çözülmesini bekleyen bir hiyeroglif değildir. En az iki kuvvet arasındaki bir karşılaşma, sabit bir "nelik" arz etmeyen bir akış, henüz edimselleşmemiş potansiyelleri bile kapsayan bir diyagramdır. Guattari'nin sıklıkla belirttiği üzere zenginliği henüz tamamen kavranamamış Charles Sanders Peirce'a ait diyagram kavramının semiyotik bağlama kazandırdığı zenginlik, göstergeleri dilbilimsel metaforik işlemden bağımsız ilişki ikonları olarak ele almasıyla nitelenir. Diyagram modelinin işlettiği pragmatik analiz, yalnızca göstergeler-arası ilişkileri değil, göstergelerle gösterge-olmayanların ilişkilerini de bir haritalama etkinliğinin içinde ele alır. Diyagram yalnızca göstergeleri ya da gösterge-olmayanları (yani her türden cisimsel bileşeni) değil, aynı zamanda onları teşkil eden ve ilişkilendiren kuvvetleri de oyuna dahil eder. Edimselleşme çizgileri arasındaki bir çakışma olarak diyagramlar anlamı, sabit bir gösterge rejiminde yerliyurdlu kılmak yerine bir süreç olarak semiyotikleştirmenin dinamizmine (semiosis) göndermektedir. Yani diyagramlar içsel bir çok-anlamlılık ve çok-boyutluluktan oluşur. Çokluklar, kuvvetlerin, karşılaşmaların, ilişkilerinin çokluğudur. Bu sebepten göstergeler, sürekli bir eklemlenme ve mücadele sürecinin dinamik bileşkeleridir. Bir özdeşliğin değil, sürekli bir eşitlenemezliğin ifadesi olan içsel bir farkın yani sürmekte olan bir savaşın ya da oluşun tezahürüdürler. Eğer bazı karşılaşmalar ve bazı kuvvetler, nihayetinde "göstereni andıran" bir şeyle sonuçlanıyorsa, bu kökendeki gösterenin etkisi değil, fakat bizzat gösterenin bir etki-sonuç olarak ele alınmasını gerektiren baskıcı bir iktidar oluşumunun kristalleşmesidir. Her tür dilbilime ayrılacak yer, diyagramatik pragmatik analize oranla ikincildir. Dilbilimsel modeller hiçbir şey açıklamaz, bizzat kendisi açıklanmaya muhtaçtır.

Diyagramatik model yalnızca Pierce ya da Guattari tarafından icra edilmemiştir. Aynı zamanda Michel Foucault'nun Hapishanenin Doğuşu'nda da geçerli olan semiyotik çerçevenin merkezi kavramıdır. Diyagramatik model, cisimsel süreçler ile semiyotik süreçler arasındaki tözsel ayrımları ortadan kaldırır, bu ayrımdan hareket ederek aradaki ontolojik uçurumu kapatmak için üretilen yansıma (temsil ile ifade) mantıklarının yerine eklemlenme (articulation) mantığını ikame eder. Bu eklemlenmenin iki unsurunu Foucault sözcelenebilirlikler ve görünebilirlikler olarak tanımlıyor. Hapishanenin Doğuşu'ndaki analizde, bir yanda bedenlerin belli iktidar etkilerine maruz kalmasını sağlayan mimari-cisimsel bir oluşum olarak hapishane kurumu (panoptikon) ile diğer yanda suç hukuku ile yönetmeliklerin tüm bir oyunu vardır. Ne hukuk kurumu yansıtmaktadır ne de kurum hukuktan doğmaktadır. Bu iki süreci eklemleyen şey yargılamanın soyut makinesidir. Bir soyut makine tüm heterojen sahaları (toplumsal, estetik, ekonomik, jeolojik, siyasi) bir sintisayzır misali sentezleyen mikro-ilişkisel ağın kendisidir, ki Foucault buna "iktidarın mikrofiziği" demiştir. 

İster mikrofizik, ister diyagramatik şebeke, ister soyut makine -ne dersek diyelim, burada söz konusu olan bir olanaklılık evrenini teşkil eden bir düzenlemedir. Bir düzenleme asla statik bir temsil değildir, kuvvetler arasında son raddede kaotik bir savaşın hüküm sürdüğü dinamik bir mücadele sahasıdır. Bu mücadele sahası boyunca virtüelden edimsele doğru çizgiler olduğu kadar, edimselden virtüele doğru da çizgiler vardır. İşte bizim önerdiğimiz analiz, temelde düzenlemelere dahil ve müdahil olarak, virtüelden edimsele bir olanaklılık evreninin cisimleşmesini tam da edimseli virtüele doğru açan başka olanaklılık evrenlerine sapan süreçlerin nazarında takip etmektir. Bu diyagramatik sahada önemli olan şey, -ki bu sahanın her türlü semiyotikleştirme sürecinin uzamı olduğunu hatırlayalım- olanaklılık çizgilerini belirli bir katmanlaşma lehine birbirine düğümleyen düzenlemelere bir kısa devre yaptıracak, yani yeniden bir olanaklılık evrenini mümkün kılacak şekilde bu sahada yer tutmaktır. Zira, ancak böylece öznelliğin her tür baskıcı-kapitalist üretiminden ayrılan yeni özneleşme süreçlerini tetikleyebiliriz. Bu tetikleme, yeni semiyotikleştirme makinelerinin (analitik, sanatsal, pragmatik ve nihayet devrimci makineler) üretilmesinden ve birbirine eklemlenmesinden başka bir şey değildir.

Öyleyse analitik çabamızı şeylerin upuygun bir temsilini üretmek olarak algılamıyoruz. Analiz, tam da semiyotik bir pragmatik haline geldiğinde, yaşamın en dar mıntıkasında dahi aşinalığın parçalanmasını mümkün kılan bir paralaksı koşullayan yaratıcı bir etkinlik olur. Bu etkinlik olanaklılık çizgilerini modülasyonlarla düğümleyen ya da bu evrenleri doğrudan bastıran her türden baskıcı düzenlemenin yani toprağın yerleşik güçlerinin altında kaynayan ve yeni dünyalara gebe olan kaosa yönelmiş, bu kaos tarafından cezbedilmiştir. Fakat her şeyi kaosa bulamak için değil, bilakis içinde yaşayabileceğimiz "daha insani" düzenlemeler, toplumsallıklar keşfetmek ve yaratmak için. Çünkü "kaldırım taşlarının altında bir kumsal olduğu" gibi mevcut dünyaya virtüel olarak kayıtlı keşfedilmeyi bekleyen mümkün başka dünyalar da vardır.

-Peki ama siz kimsiniz ve ne istiyorsunuz?

-Biz sadece isimlerinden kurtulmak isteyen hiç kimse hiç kimse hiç kimseyiz ve yalnızca her şeyi her şeyi ama her şeyi istiyoruz.

-Bütün bunlardan hiçbir şey anlamadım....

-Öyleyse gelmekte olanın anonim uğultusunu duyumsa. O anlaşılması gereken bir şey değil, hissedilmesi gereken bir şeydir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder